Görünen o ki Suriye’deki Baas rejimi yıkıldıktan sonra ortalık kolayca yatışmayacak. En başta mevcut rejime destek veren kesimlerle muhalefeti oluşturan zümrelerin barış içinde bir arada yaşayabilecekleri bir düzen inşası zor olacak. Belki başka çelişkiler de gündeme gelecek; bugünkü rejim karşıtı unsurların bile ayrışması söz konusu olabilecek. Burada Türkiye’nin önceliği Suriye’nin bölünmeden, birliğini koruyarak yeni bir siyasal rejime adapte olması. Buna mukabil bu ülkenin bölünüp birkaç parçaya ayrılmasını kendi çıkarları bakımından daha ehven görenler de var.
Dün “Proxy savaş” konusuna değinirken aslında Türkiye için asıl riskin vekâleten mücadelelerin Esed sonrası dönemde de sürmesi olduğunu anlatmaya çalışmıştık. Demiştik ki yeni dönemde bölgeyle ilgili çıkarları Türkiye’nin çıkarlarıyla çakışmayan güçlerin vekâletini üstlenen gruplarla ilişkilerin yeni baştan tanzimi gerekecek. Bu noktada karşımıza çıkan soru şuydu: Türkiye daha önce Irak’ta oynadığına benzer bir rolü Suriye’de oynayabilir mi?
Irak’taki rejim değişikliği bir halk ayaklanmasıyla veya başka bir dâhili dinamikle gerçekleşmedi; dışarıdan bir silahlı müdahale neticesinde vuku buldu. Dolayısıyla toplumsal kesimler arasında bir politik kan davasına yol açması söz konusu değildi. Buna rağmen kısa süre içinde etnik ve mezhep temelinde çatışmalar ülkede boy gösterdi. Çünkü Birinci Dünya Savaşından sonra işgalci güçlerin oluşturduğu siyasal yapı altında yirminci yüzyılın büyükçe bir bölümü boyunca etnik ve dini fay hatlarında yeterli gerilim birikmişti.
Neyse ki Irak’ta silahları susturmanın yolu çok geçmeden bulundu. Bu komşu ülkede toplumsal barışın veya hiç olmazsa siyasal düzenin tesisinde Türkiye’nin rolü bilhassa etkili oldu. Silahlı çatışmaların sona ermesi ve özellikle Sünnilerin kendilerini parlamentoda azınlık durumuna düşürecek seçimleri boykottan vazgeçmeye ikna edilmeleri Türk dış politikasının başarısıydı. Irak yönetimiyle bugün yaşanan bir takım sıkıntılara bakıp bahsettiği- miz süreçteki büyük başarıyı görmez-den gelemeyiz.
Ankara büyük ölçüde Irak’ın işgaline katılmaya hayır demiş olmanın kazandırdığı itibar sayesinde başardı bu zor işi. Ama ondan da önemlisi, Irak’taki taraflarla eşit mesafede bir ilişki kurma imkânımız vardı. Neticede iyi kötü bir düzen tesis edilebildi.
Peki, Irak’taki oyun kurucu rolümüzü şimdi de Suriye’de oynayabilecek miyiz? Ne yazık ki bu pek kolay olmayacak. Çünkü şartlar epeyce farklı. En başta burada iç savaş var. Ellerinde birbirlerinin kanı olan toplumsal kesimleri bir araya getirmek zor. İkincisi, Türkiye buradaki taraflarla eşit mesafede ilişki kurma imkânına sahip değil. Çünkü rejim yanlısı kesimlerce “üçüncü taraf” olarak algılanmıyor.
Bu bakımdan Türkiye’nin kısa vadede başta Aleviler olmak üzere Ermeniler, Hıristiyan Araplar veya Dürzîler gibi rejim yanlısı unsurları yanına çekebilmesi kolay görünmüyor. Ama hiç değilse Kürtleri, Türkmenleri ve İhvan çizgisindeki Sünni Arapları aynı safta tutması gerekiyor ki “post Baas” dönemde Suriye’de yeni gerilim hatları doğmasına umut bağlayan İsrail’in dolaylı yollarla da olsa Suriye’de ve Lübnan’da yeni stratejik nüfuz alanları kazanmasına mani olunabilsin. Çünkü bu Türkiye için ciddi bir tehlike demek.
Daha da büyük tehlike ise şu: Irak’taki mezhep gerginliği bölgesel ölçek kazanamadı ama Suriye’de bu risk daha fazla görünüyor. Nitekim Dışişleri Bakanı Davutoğlu Suriye krizinin daha ilk günlerinde Ortadoğu’da mezhep ayrımına dayalı bir yeni soğuk savaş düzeni oluşturulmak istendiğine dikkat çekerek “buna izin vermeyiz, bunun parçası olmayız” demişti. Öyle görünüyor ki Davutoğlu’nun dikkat çektiği tehlike kapımızdan uzaklaşmış değil. Post Esed dönemde enerjimizi sarf edeceğimiz konuların başında bu yer alacak.