Suriçi'ndeki ‘Deniz Abdal’ semtindedir küçük evimiz. Ramazan Bayramı'na yattığımız arefe gecesinde uyku tutmadı. Sanki abdallar, şehitler, ulubatlılar, battallar sokak aralarından rüzgar gibi geçip gidiyorlardı. Katmanlar halinde üst üste oturmuş zaman tabakalarını, tüylerim ürpererek düşündüm. Kimler geldi kimler geçti şimdi uyuduğumuz şu evlerin altından. Toprak birden evrenleşti, altında uyuyanlarla üzerinde uyuyanlar birleşti.
Fetih Ordusundan evvel onlar çıkarlarmış yollara; Abdal'lar... Silah taşımazlarmış, boyunlarına asılı bir Mushaf, o kadar. Fethin deliliymiş onlar. Deniz Abdal'a ait cami ve çeşmenin kesiştiği yerde, Bizans'tan kalma bir su terazisi var işte benim pencerem tam oraya bakıyor.
Ben çocukken 70'lerde, Fındıkzade-Çapa İstanbul'un kalbiydi. İstanbul, Topkapı'da biterdi. Suriçi’nde atardı şehrin nabzı, mutenaydı, seçkindi. 90'larda hızlı bir değişim yaşadı profil. İlkin Rus göçmenler, ardından üniversite öğrencileri, 2000'lerden itibarense dar gelirli kimselerin ve Suriyeli göçmenlerin yoğun olduğu bir muhite dönüştü. Anlayacağınız, İstanbul fatihlerinden Deniz Abdal'ın komşularını değirmen gibi hızla öğüttü zaman...
Şehrin kalbidir sur. Şehir ve tüm hikayeleri orada başlar. Uzağı ve yakını şehre göre biliriz biz. Bununla birlikte, merkez ve etraf tanımları, çok radikal değişimlere, çeşitliliklere tabi oldu zaman içinde. İstanbul'un çeşitliliğe ve farklılıkların barış içinde yaşamasına dayalı emperyal tecrübesi, son asırda cumhuriyetle birlikte uluslaşmaya ve vatandaşlığa has kamusal köşelerle kompoze edildi. 1994 mahalli seçimleriyle periferiden merkeze yürüyen mütedeyyin kesimin etkisiyle siyasal ve sosyal anlamda yeni bir çoğullaşma tecrübesine geçildi. Eğip bükmeden söyleyecek olursak, elit kesim bunu rahatsızlık verici buldu. Evvela şehrin protokolüne, ardından devletin üst düzey yönetimine de talip olan mütedeyyin kesimin, göstergeler üzerinden eleştirisi, her daim sürdürüldü.
‘Göbeğini kaşıyan adam’dan, “Bunlar şimdi sahilde eşofmanıyla spor yapamaz, bisiklete binmeyi de bilmez, denize çivileme dışında dalabilenleri de yoktur” cinsinden kaba saba tasvirlere geçildi. Hasılı bir türlü hazmedemediler, kendilerine benzetemediklerini...
Denize çivileme atlama teorisini kuran eski arkadaşımız, “Bunlar, 15 Temmuz'un şiirini de yazamadılar, dini içerikli bir yorum da getiremediler, ancak eylem yapmayı bilirler, bu halleriyle ne kadar seküler halde olduklarını görüyorlar mı” deyince, yaranmak ve dahil olmak istediği çevre epey coştu. Bu tip kavgaların ağız dalaşından ibaret olduğunu sanmıyorum. Herkesin yerini ve safını belirlediği duruşlar, çoğu kez kerli ferli teoriler üzerinden değil, hayatın içindeki gündelik deneyimlerle çıkar.
Bizim de yerimiz belli olsun! 15 Temmuz gecesi Büyükşehir Belediyesinin önündeki havuzdan abdest alan gençlerin fotoğraflarını görmüşsünüzdür. Buradaki masumiyet, dünyanın en güzel veznidir. O gecenin şiirini şehitler yazdı, şehadet ki yüksüz ve sözsüz şiirdir, bereketi ancak Allah katından tüm insanlığa pay edilir. Bilahare şiiri tiyatrosu da yazılır, ilahiyat çerçevesi de çizilir. Ama kimsenin şehit vermiş bu milleti aşağılamaya hakkı olamaz. Zaten taziyesi hüznü olmayan birisi, bizi nasıl anlasın ki... Mütedeyyin kesimi sanat veya ilahiyat sınavına tabi tutmaya kalkan bu cüretkar ve habis tavrı, kınıyorum.