Süreç buzdolabına mı kondu? Süreç rafa mı kaldırıldı? Süreç iptal mi edildi?
Süreç devam ediyor mu?
PKK’ya karşı yürütülen operasyonla birlikte gündeme düşen en önemli soru, hiç şüphesiz sürecin akıbeti ile ilgili.
Süreçte bir problem olduğu belliydi ve benim gibi birçok insan, işlerin iyiye gitmediğini seslendiriyorduk.
Özellikle silahlı yapının devam ettiğini, üstelik bölgede devletten daha etkin bir pozisyon oluşturduğunu, bunun en bariz etkisinin 7 Haziran seçimlerinde ortaya çıktığını yazıp, söyleyip durduk.
Süreçteki sapmanın en olumsuz etkisi ise, Kürtler’in oylarının Ak Parti’den kopup, etnik siyaset yapan bir partide yoğunlaşması idi. Bu vakıa, Ak Parti’nin oy ve tek başına iktidar kaybından öte bir anlam taşıyor, asıl olarak etnik siyaset yapmayan bir partinin bütün Türkiye’yi kapsayan niteliğini zaafa uğratıyordu.
Soru şu idi:
Kürt oyları Ak Parti’den etnik hassasiyet sebebiyle mi koptu yoksa, Doğu-Güneydoğu’da silahlı yapının oluşturduğu boğucu iklim sebebiyle mi etnik siyaset yapan partiye yöneldi?
Örgüt baskısı bir vakıa idi. Örgütle aynı çizgide olmayan Kürtlerin rahatsızlığı da bir gerçekti. Seçimlerde örgütün dayatmasına karşı koymanın can, mal, evlat bedeli de biliniyordu. Örtülü bir demografik- ideolojik tasfiye süreci işlemekteydi.
Böyle devam ederse, diye başlayan cümleler sadece derin endişeleri seslendiriyordu.
Bu arada örgüt terörü yanında, Uludere, Kobani gibi olayların PKK-HDP’nin gerçekten etkili propagandasıyla etnik milliyetçilik duygularını devreye soktuğu gerçeğini de gözden ırak tutmamak gerekiyor.
Ve nihayet devlet örgüt terörü karşısında devletliğini gösterdi. “Kamu düzenini koruyacağım” diye harekete geçti ve operasyonlar başladı.
Bu operasyonlar ne anlama geliyor?
“Devlet devletliğini gösterdi” denince, nasıl bir devlet formunu anlıyoruz? Ak Parti öncesinde sergilenen hani “90’lardaki” diye nitelenen devlet diline mi dönüyoruz, yoksa ne?
PKK-HDP cenahının, teröre yönelik her devlet hamlesini “90’lara dönüş” diye nitelemesi beklenen bir tavırdır. 90’lar, JİTEM’li, yargısız infazlı zamanlardır. 80’lerde Diyarbakır Cezaevi’ndeki uygulamalarla daha kötü bir devlet tavrı vardır.
Ak Parti, açılımla, milli birlik ve kardeşlik projesi ile ve çözüm süreci ile bu devlet tavrında bir restorasyona gitti. Red, inkar, asimilasyon tavrını sona erdirdi. Ve bu sebeple, bir de muhafazakar-dindar yapısı ile, Kürtlerle önemli bir buluşma-kaynaşma gerçekleştirdi.
Ölümlerin sona ermesi, hem örgütte kızı-oğlu bulunan Kürt aileler için, hem askerde oğlu bulunan tüm anne-babalar için, yürek sancısının dinmesi demekti bu. Çözüm süreci bu boyutuyla toplumda kabul gördü.
Ama bu barış iklimi bütünüyle silahlı yapının devre dışı kalmasıyla bağlantılı idi.
Çözüm süreci ancak ve ancak, silahlı yapının devre dışı kalması ile anlam kazanabilirdi.
Silahlı yapı eylemde iken de barış olmazdı, eylemde olmayıp, orada bir yerlerde saklanıp, vakti gelince ortaya çıkacak bir tehdit potansiyeli iken de. Kaldı ki örgüt, potansiyel olmaktan da çıkmış, fiili bir tehdit mekanizması haline gelmişti.
Süreç içinde “Kürtlerin demokratik haklarının Örgütle -HDP ile- Öcalan’la görüşülüyor” görüntüsü verilmesi yanlıştı. Sürecin, demokratik haklar-silahların bırakılması gibi bir kademelenme halinde algılanması yanlıştı. Haklar ayrı, silahlı yapının sona ermesi ayrıydı. Silahlı yapının bir şekilde haklarla bağlantılanması her bakımdan yanlıştı. Çünkü bu, örgüte asla olmaması gereken bir temsiliyet imkanı vermekteydi.
Devlet nihayet formatı doğru zemine oturtma noktasına geldi. Biraz geç geldi ama geldi.
Çünkü kamu düzeninin tahammülü kalmamıştı.
Şimdi... “Çözüm süreci bitti” gibi bir algıya yönelmek bana göre sakıncalı. Çünkü çözüm sürecinin barış getiren boyutu, örgüt dışında da tüm bölge insanının benimsediği bir durumdur. Çözüm sürecinin bitmesinin, yeniden ölümler anlamına gelebileceği kaygısı vardır. Onun için HDP ve PKK sözcüleri “savaş teması”nı vurguluyorlar.
Operasyonların bölgede örgütün açık-örtülü tahakkümüne karşı sivil alanı korumaya yönelik olduğu, illegal milisler, illegal yargı, illegal maliye ve illegaliteye lojistik imkan sağlayan yerel yönetim anlayışına son verme amacı taşıdığı anlatılabilmeli. “Çözüm sürecine evet, silahlı yapıya hayır!!” gibi bir denge. Bence doğru yaklaşım budur.