Bu hafta ekonomide veri yağmuru vardı. Türkiye’de işsizlik, bütçe ve cari açık verileri ve AB’den gelen büyüme sonuçları nasıl bir 2013 yılı yaşayacağımızı az çok anlatıyor bence. Tabii buna Ortadoğu’daki kargaşayı ve bunun ekonomiye etkilerini ekleyin zor bir yıl bizi bekliyor. Peki, bu veriler ve siyasi gelişmeler 2013’ün sonunda ya da 2014’te bizi bir krize sürükler mi? Bu ihtimal, en azından teorik olarak var. Ancak bunun olabilmesi için bizim çok bariz hatalar yapmamız gerekiyor. Bu zaman aralığının seçime giden süreci içermesi riski yukarı çekiyor ama AK Parti’nin üç dönemdir süren yol haritasına baktığınızda bu riskleri göreceğini varsayıyorsunuz. Böyle olunca, 2013’ün olumsuzluklarının, 2014’te bir krize yol açacağını şimdilik söyleyemeyiz. Şu anda görünen, en yakın ihtimal, şudur: Türkiye hem bölgede hem de dünyada savaş ve kriz etkisini en az hisseden ülkelerden birisi olacak.
Ancak bu süreçte, Türkiye’nin en büyük şansızlığı demokratik bir muhalefetinin olmaması. CHP’nin siyasi muhalefeti neyse ekonomi alanındaki muhalefeti de aynı düzeyde. En son Kılıçdaroğlu’nu ‘Türkiye, enerji alanında hiçbir adım atmıyor, burada kriz olacak’ derken hatırlıyorum. Bunu gerçekten dedi. (Hani şu bahtsız bedevi tartışmasına kaynaklık eden Fitch’in not artırımına denk gelen basın toplantısında) Bu hükümet sanıyorum bütün Cumhuriyet tarihinin enerji konusunda en stratejik adımlarını atan hükümetidir. Yalnız TANAP projesi ve Kilis’e yapılacak dünyanın en büyük güneş enerjisi tarlası bile yeter.
Öte yandan CHP, ekonomide yalnız bildiğimiz yoksullaşıyoruz-batıyoruz ağlaklığı ile muhalefet yapacağını sanıyor. Bunun böyle olmadığını zaten sokaktaki vatandaş görüyor ama siz örneğin CHP’nin şu faiz-büyüme gibi gerçekten stratejik konularda bir şey dediğini duydunuz mu? Bu konularda zaten bir şey demeye kalksalar Zafer Çağlayan daha önce söylediği için biraz güç duruma da düşerler. Şimdi bakın aynı durum siyasette de var. Meclis’te komisyonda, ‘Anadilde Savunma’ yasasına CHP’nin muhalefet etmesini zaten bekliyorduk. Ama başta Kılıçdaroğlu dahil bazı CHP’lilerin açlık grevlerinin bitirilmesi konusundaki ‘samimi’ çıkışları hepimize gerçekten acaba dedirtmişti. Tabii, şunu da ilave edeyim ki, bu konuda CHP’nin tarihsel aymazlığı, ne iktidarın ne de BDP’nin sorumluğunu geriye iter. Ama ben AK Parti’nin MKYK’sının içinde bu konunun çözülmesi için ‘muhalefetin’ işe yaramaz şovlarını aşan bir çabanın da olduğunu biliyorum. Yani AK Parti her alanda hem iktidar olmaya çalışıyor hem de çeşitli organlarıyla -üstü örtülü bir biçimde- muhalefetin yapamadıklarını yapmaya, söylemeye çalışıyor. Tabii bu garip bir durum ve biz iktisatçıların şu günlerde kullandığı moda deyimle, sürdürülemez bir durum. Sanıldığı gibi bu sürdürülemez durum, iktidar partisinin işine yarayan bir ‘meydanı boş bulma’ durumunu ortaya çıkarıp onun hareket alanını genişletmiyor, tam tersine onu çoğu kere köşeye sıkıştırıyor ve hata yapmasını da yol açıyor. Bunun örnekleri biliyorsunuz var, buraya girmeyeceğim ama muhalefet demişken, şu konuyu da, değinmek istiyorum: AK Parti ve geleneksel sermaye arasındaki ilişki ya da bu sermaye çevrelerinin AK Parti’ye muhalefeti. Hemen belirtiyim ki ben ‘geleneksel sermaye’ derken, özellikle 2001 krizine değin, büyük ölçüde devlete yaslanarak büyümüş ve özellikle finans ve sanayide tekelleşerek hakim olmuş aile yapılarından bahsediyorum.
Hayırlı bir çelişki
Zaten şu görüş başından beri yanlıştı: ‘AK Parti, kendi sermayesini oluşturuyor, bunun için özellikle TÜSİAD’da kendini ifade eden sermaye çevrelerinin yolunu kesecek.’ Bu tez, benim duyduğum -hem iktisat hem de siyaset bilimi ve bunların Türkiye’deki tarihi açısından- en saçma tezlerden birisidir. Sanıyorum bu tezi rakamlarla, bu hafta bu gazetede, hem Karaalioğlu hem de Bulut çürüttü. Ancak burada atlanan şudur; AK Parti iktidarları, Türkiye’de bu sermayenin doğrudan, çoğu zaman da askeri öne sürerek yürüttüğü oligarşik hakimiyeti bitirme yönünde adım attı. Bu da, iktisadi olarak, özellikle Anadolu’da küresel rekabet şansı yakalayan, Organize Sanayi Bölgeleri’nde İnsansız Hava Aracı gibi ileri teknoloji ürünleri bile geliştiren yeni bir sanayiyi ortaya çıkardı. Bu sanayi, eskiden ya devletin ya da devlete yaslanmış geleneksel sanayinin bayisi idi. AK Parti iktidarları döneminde, bu sanayi yapıları hem sermayeleşti hem de hem geleneksel sermayeye rakip olma potansiyelini ortaya çıkardığı gibi küresel rekabete de girdi. Bugün Türkiye’nin ihracatının yüzde 85’ini KOBİ’ler yapıyor. Artık teknoloji yoğun bir ürünün bir diğerinden daha iyi, daha gelişmiş olması yalnızca zaman faktörüne bağlı. Son olan iyidir. Bu kadar. Ama daha düne kadar, teknoloji yoğun bir ürünün benzerlerine üstünlüğü, ülkeye ve üreticiye bağlı olarak değişiyordu. Söylemek isteğim şu; AK Parti’yi iktidarı getiren ya da onu yukarıya taşıyan dinamiklerle geleneksel sermaye arasında çok yaman bir çelişki var ve bu çelişkinin de olması zaten Türkiye için hayırlı bir şey, umarım bu çelişki bitmez.