İsmim geçtiği için yazıyorum. Sevilay Yılman, “Muhafazakâr kesimin pürdikkat takip ettiği iki kalemden biri” diye ismimi zikrettiği ve üzerime bir “emanet” bıraktığı için...
Hay hay, baş göz üstüne... Yazayım...
Önce küçük bir “durum fotoğrafı” sunmak istiyorum:
Bilmiyordum... “Alevilerin yaptığı yemek yenmez” diyen o densizden haberdar değildim...
Kaç gündür (bir çalışmaya yoğunlaştığım için), günlük yazıma malzeme teşkil edecek haberler dışında gazete ve köşe yazısı okuyamıyorum.
Bir densiz çıkmış (ismini cismini bilmiyorum, bir okulda öğretmenlik yapıyormuş) “Alevilerin yaptığı yemek yenmez” diye terbiyesizce bir laf etmiş.
Kıyamet de, haklı olarak, bu laf üzerine kopuyor işte...
Sevilay Yılman’ın “sitemi” ve “emaneti” üzerine geriye dönük bir tarama yaptım.
Epey bir “tepki yazısı” yazılmış...
Üstelik “bizim camia”nın kalemleri tarafından...
Son derece iyi yazılar...
Bu yazılar “farz-ı kifaye” yerine geçer mi?
Üzerimize düşen görev, eskilerin ifadesiyle, “sakıt” olur mu?
Bu “son derece iyi” yazılar, bütün bir camianın ortak tepkisi/ortak duygusu sayılabilir mi?
Sevilay Yılman şöyle diyor: “Mesela ne güzel olurdu Mehmet Barlas’ın Sabah’ta ‘Alevilerin Yaptığı Yemek Yenmez’hurafesiyle ilgili şöyle okkalı bir başyazısı olsaydı... Ya da doğduğu Malatya’nın sokaklarında Alevi çocuklarla misket oynayarak büyümüş Staryazarı Ahmet Kekeç... O zırcahil öğretmen bozuntusunun skandalıyla ilgili şahane bir makale döşenseydi… Ve onun üzerinden anlatsaydı keşke Alevilerle ilgili bütün bu önyargıların tamamen uydurma, yalan dolan olduğunu ve bunları dile getirmenin bu toplumu bölmekten, ayrıştırmaktan başka bir halta yaramadığını ifade etseydi okurlarına...”
Madem öyle, yazayım...
Sevilay’ın söyledikleri doğrudur. Onunla da konuşurduk zaman zaman...
Çocukluğum Malatya’da, “varoş” diye adlandırılabilecek bir mahallede geçti. Malatya’da da kullanılan ifadesiyle söyleyecek olursam, “hemen dibimizde” Alevi mahallesi vardı.
Hemen belirteyim:
Mahallelerin ayrışması (dışarıdan “mezhepçi” olarak görülebilecek bu ayrışma), “teolojik” değil, “sosyolojik” bir zorunluluğa işaret ediyordu. Sevilay daha iyi bilecektir: Mikro milliyetçiliğin (hemşeri, köylü, akraba dayanışmasının) bir sonucu ve tezahürüydü.
Evet, Alevilerle ilgili, tamamı “uydurma” olan bazı tevatürler dolaşımda tutulurdu ama bunlar daha çok dar, keskin politik kesimlerle sınırlı kalırdı, sokağa inmezdi.
Birçok arkadaşım Aleviydi...
Bugün hâlâ birçok arkadaşım Alevidir...
O densizin sarf ettiği ve Sevilay’ın yazısından anladığım kadarıyla bazı çevrelerin “hurafe” olarak dolaşımda tuttuğu o sözü daha önce duymamıştım...
Çocukken bilmezdik böyle şeyler...
Kim Alevi, kim Sünni, anlamazdık...
Üstelik (o densize ve benzerlerine inat olsun) Alevilerin mutfağından yerdik...
En yakın arkadaşım İsmail’in annesi neredeyse döve döve oturturdu bizi sofranın başına... Oyundan başımızı alamadığımız zamanlarda da, üzerine salça sürülmüş “sac ekmeğini” tutuştururdu elimize. O salçalı ekmeğin tadını hâlâ unutamıyorum.
Hülasa... Alevilerin yaptığı yemek yenir kardeşim... Aksini söylemek ve o densizin yaptığı gibi bunu “teolojik” bir tavra dönüştürmek hainliktir, bozgunculuktur, ayıptır, günahtır, bühtandır...
Biz (arkadaşlar olarak) yakın bir tarihte, bir Alevi sofrasına konuk olmuştuk. Yemekler harikuladeydi, çünkü süper “maharetli” bir aşçının elinden çıkmıştı.
O aşçının ismi Sevilay Yılman’dır.
Bir gün misafir olmanızı o harikulade lezzeti tatmanızı öneririm.