Yahyâ Kemâl'in bir bayram sabahındaki duygularıyla tasvir ettiği şiir âbidesi 'Süleymaniye'si gerçekten de muhteşemdir. Ama hem onun kendi neslinin içinde olduğu yalpalamaları anlatması ve hem de kendi fikrî ve hissî uyanışındaki kendine gelmeyi yansıtması bakımından o şiirde, beni her okuyuşumda derinden sarsan, 'Ulu mâbed! ...Bir zaman, hendeseden âbide zannetimdi.' şeklindeki mısraı daha bir düşündürücüdür.
'(...)Taşımış harcını gâzîleri, serdârıyle,
Taşı yenmiş nice bin işçisi, mîmâriyle.
(...) Taa ki geçsin ezelî rahmete ruh orduları.
Bir neferdir, bu zafer mâbedinin mîmârı.
Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum;
Bir zaman, hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi,
(...) Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan, herkes
Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor, tek bir ses; (...)'
*
Yahyâ Kemâl'in mısraındaki 'hendese' kelimesini, yeni nesillerden niceleri anlamakta bile zorlanacaktır. 'Mühendislik' kelimesinin de kökü olan 'Hendese', yani, bugünkü kullandığımız ve Batılılaşmak aşkı ve aşağılık duygusuyla Latinceden aldığımız halde, Türkçe zannettiğimiz 'geometri'dir.
Evet, Yahyâ Kemâl'in gençliğinde Süleymaniye'ye bakarken, 'hendeseden (geometrik şekilden ibaret bir) âbide zannettiği' şeklindeki itirafı, o dönem nesillerinden bir kısmının nasıl bir manevî yıkım içinden geçildiğini de yansıtır. Ki Yahyâ Kemâl, benzer bir acıyı, 'Ezânsız Semtler' başlıklı nesir yazısında da çok düşündürücü şekilde yansıtır.
*
Dün sabah, İstanbul Millet Vekili Hasan Turan Bey telefon etti ve genelde Fatih Câmii'ne giderken, 'Cuma Namazı'nda Süleymaniye'ye gidelim.' dedi; 'İcazet Merasimi' olduğundan bahisle. 'İbn Haldûn Üniversitesi'nin 'Uluslararası Hadis Çalışmaları ve Araştırma Merkezi'nde yıllarca süren çalışmalar sonundaki uzmanlık-ihtisas dereceleriyle taltif edilmeyi hak edenlere 'icazet' belgeleri verilecekti.
Süleymaniye'ye gittiğimizde, câmie ulaşan bütün yolların güvenlik tedbirleriyle kuşatılmış olduğunu gördük. Anlaşılıyordu ki, Tayyib Bey de gelecekti.
*
(Bu arada bir eleştirimi de belirteyim. Hasan Turan Bey, resmî sıfatı olduğu için, güvenlik kontrollerinden doğrudan geçiyordu; onunla birlikte olduğum için, ben de aynı şekilde. Ama yine de, elimdeki çantanın ve üzerimin en azından dedektörlerle kontrol edilmesi lâzım gelirdi. Bir takım olumsuzluklar olduktan sonra, mazeretler bulunur, ama bunlar o olumsuzluğu bertaraf etmez.)
*
Müslümanlar câmie doğru akıyordu. Camiin içi de tıklık tıklımdı. Asya, Afrika ve dünyanın başka köşelerinden, yüzlerce Müslüman göze çarpıyordu, mahallî kıyafetleriyle.
İçeri girdiğimde, söz konusu Hadis çalışmalarını yönetmiş olan, -hadis ulemâsının büyüklerinden- Muhammed Avvame, mihrabın önünde konuşmasını yapıyordu. Ama tercüme de edilmiyordu. Büyük noksan.
*
Sonra bir dalgalanma oldu câmiin içinde. Dudaklarda, hafifçe mırıldanılan 'Tekbîr' sadâları. Gelenin, Tayyib Bey olduğu anlaşılıyordu. Sessizce gelip, ön safta, cemaatin arasında bir yere oturdu.
Sonra, 'İcazet Merasimi'ne geçildi; Hadis alanında biri 7 yıl, diğeri 4 yıl süren iki projeyi başarıyla tamamladıkları belirlenen zevâta 'icazetnâme'leri takdim olundu.
Daha sonra, Tayyib Bey de 'Selâm ve Bismillah'la başladığı bir konuşma yaparak, özetle şöyle dedi:
"Filistin ve Gazze halkı başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanında zor günler geçiren, zulme uğrayan bütün kardeşlerimizin Allah yardımcısı olsun. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (as) hali, tavrı, sözleri, yaşayışı, iman ve ibadetleriyle insanlığa en güzel örnektir. İki cihan serveri, Kur'an ahlâkının en yüksek timsali oldu. Biz ümmetine de yolumuzu aydınlatan, ufkumuzu genişleten, hayatımızı anlamlı kılan sünnet-i seniyyesini miras bıraktı. Efendimiz Vedâ Haccı Hutbesi'nde, 'Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmayacaksınız. Allah'ın Kitabı ve Peygamberinin sünneti' buyurmuştur. Müslümanlar olarak dünya imtihanını alnımızın akıyla vermemiz, Allah'ın ipine, yani Kur'an-ı Kerim'i ve Peygamber Efendimizin sünnetini hayatımıza tatbik etmemize bağlıdır.
(...) Ecdadımız, Efendimize duyduğu sevgiyi, bağlılığı, hürmeti ve muhabbeti naatlarla, mevlid ve miraciyyelerle, hilyelerle dile getirmiştir. Biz bu sûretle Efendimizi kalbimizin tahtına, zihnimizin daima başköşesine yerleştirdik. Ruhlarımızı 14 asırdır teshir ve teskin eden bu eserler, o 'Sevgililer Sevgilisi'nin gönlümüzdeki yerinin ifadesidir. (...) Rabbim bizleri Resul-ü Ekrem Efendimizin yolundan, sünnet-i seniyyenin rehberliğinden ayırmasın diyorum. (...) Sahih-i Buharî'nin birçok baskısı olup, bunların içinde en mükemmelinin İkinci Abdulhamîd Han'ın emriyle yapılan Bulak neşridir. Toplam 48 ay süren bu titiz çalışmalar neticesinde ortaya 12 ciltlik yeni bir külliyât çıktı. Sünen-i Tirmizî'nin bu yeni nüshasının özellikle hadis ilmiyle iştigal edenler için başucu kaynaklarından biri olacağına inanıyorum."
Tayyib Bey'in konuşmasından sonra Kur'an'lar okundu ve cuma namazını Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Hoca kıldırdı. Namazdan sonra, Yalova'daki programına yetişmek üzere Tayyib Bey, câmiden sessizce ayrıldı.
Bu arada, Mehmed Görmez Hoca'nın da orada olduğunu görünce, selâmlaştık.
(Evet, bu konuyu, bu gün -yazı günüm olmamasına rağmen-, tazeliğini yitirmeden okuyucuyla paylaşmak istedim.)