Şah Fırat operasyonunda şehit olan Astsubay Başçavuş Halit Avcı, “Oğlumun adını Süleyman koyacağım” demiş arkadaşlarına en son... “Taşımak” böyle bir şey...
***
Sadece operasyonu gerçekleştiren 39 tank, 57 zırhlı araç ve 572 kişilik personele baktığımızda bile, karakolun çepeçevre çevrili olduğu şartların zorluğunu anlayabilmek mümkün... Sandukaların etrafında diz çökmüş ellerini duaya kaldırmış Mehmetçiklerin fotoğraflarına bakarken her şeyden evvel sağ selamet tamamlandığına bir anne olarak şükrediyorum. Lakin elbette hüzünlüyüz; hem doğacak evladına Süleyman ismini ahdetmiş şehidimiz Halit Avcı gibi evlatlarımızın burukluğu, hem de “vatan toprağını terk” üzerinden kopartılan ilzam edici tartışmalarla kuşatıldık. Buna bir de bazı kesimlerin, üstelik kendisini dini cemaat ekseninde tanımlayan kişilerin koparttığı tahammülfersa çılgınca sevinç eklenince, iş gerçekten “vatan”ın ne olduğunu yeniden hatırlamaktan geçiyor ...
Daha evvel de değişik sebeplerle iki kere taşınmış karakolun her şeyden evvel Osmanlı bakıyesi topraklar üzerindeki taşınma rotası da, ister istemez bizi “vatan” nedir sorusuna sürüklüyor...
“Vatan toprağı terk edildi” diyenler, Saygı Karakolunun geçmişte ve şu anda dahi bulunduğu toprakların Osmanlı bakiyesi olduğunu hatırlaması gerekiyor. Nasuhi Güngör’ün deyimiyle “doğal sınırlar”, çoğumuzun işaret ettiği tabirle “misak-ı milli” kavramlarıyla düşünüldüğünde “terk ve hezimet” değil “yürüyüş ve taşınma”dır şahit olduğumuz.
***
Türkiye’nin Şam ve Halep’le veya Mısır’la, Filistin’le ilgisini de hemen her fırsatta “dışarıyla ilgili ütopya” şeklinde eleştiren zihniyetin, “misak-ı milli” kavramıyla yüzleşmesi gerekiyor aslında...
100 yıllık bir hesaplaşmadır bu. Osmanlı’yı “memalik” yani toprak üzerinden paramparça ettikten sonra, emperyal güçlerin ikinci hedefi bakıye üzerindeki toplumları; Türkmeni, Kürdü, Arabı, Farsıyla tüm kardeş halkları birbirine düşman etmekti.
100 yıl aradan sonra, emperyallerin bize dikte ettiği cetvelle çizilmiş haritaların ve “düşman ülkeler/ düşman halklar” öğretisini bozmak ve değiştirmek zorundayız bugün. Bizim geleceğe dair en büyük meydan okumamız bize dayatılan imkansızlıklarımızı ve yalnızlıklarımızı aşmakla gerçekleşecektir... “Ortadoğu’da barış” adıyla süren ve bir türlü çözüme ulaşamamış 100 yıllık kriz, bizi de içine alan hatta çözümde başat rol biçen, yeni bir dayanışma ajandasına zorluyor tüm Ortadoğu halklarını...
***
Bir Türkmen atasının sandukasının peşinden tüm birikmiş kızgınlıklarımızla birbirimizi suçlayarak konuşurken... Aynı Türkmen atasının sandukasıyla bir yerden bir yere göçüşü ve durakladığı her yeri de bize “vatan” ve “misak” eylediğini farkında mıyız? Sessizce işleyen bir kader gibi... Sevgili arkadaşımız Hasan Öztürk, “Türkmenler yürür” dediğinde ortalık karıştı. Ama Hasan doğruyu söyledi.
Süleyman Şah! Bin yıldır onun peşindeyiz işte... “Suyu aşarken atından düştü, şehit oldu, peşindeki obası çok ağladı yasını tuttu, sonra da kılıcını eşi Hayme Hatuna tutturup, yürüyüşlerine devam ettiler”... Böyle anlatıldı bize, böyle işittik biz Süleyman Şah’ı... Daha ne yapsın? Sandukasıyla bile gezip dolandığı yerlerin, “dış” değil “iç”, “el” değil “vatan”, “düşman” değil “kardaş” olduğunu işaret ediyor...
***
Ve “taşımak”... “Yüz yıllık Yalnızlığımız”da Marquez’in anlattığı Latin neneleri geliyor aklıma, hani şu atalarının kemiklerini ellerindeki heybelerle gittikleri her yere taşıyıp duran neneler... Bir toprağı yurt ve ülke kılan kabirlerinde yatanlardır der şairler... Buna Şehit Başçavuşun henüz doğmamış evladına taşıması için vasiyet ettiği ismi de ekleyelim: Süleyman...
Süleyman dediğinizde Mescid-i Aksa’yı Maveraünnehir’e bitiştiren bellek... Türkü, Kürdü, Arabı, Farsıyla, ama muhabbetli ama küsülü, tüm kardeşleri de bitiştirecek, toplayacak bir büyük bellektir...