Gezi yalancısı Can Dündar’a yönelik “suikast tiyatrosu”nu hatırlayacaksınız.
Saldırgan, silahını çekip, yere doğru bir el ateş ediyor.
Can Dündar’ımız, kendisini korumaya çalışan kadınını bırakıp, o sırada yanında bulunan bir şahsı siper alarak (“kurşunlar bana değil, siper aldığım şahsa isabet etsin” der gibi) “tırıslama” kaçıyor.
Burada araya girmem gerekiyor:
Sosyal medyadaki “karısını bırakıp kaçtı, tabansız” türündeki tepkileri aşırı ve ağır buluyorum.
Can korkusu bu...
Kaçabilir...
Onun da ötesinde, bu tür yorumların, kendisine onulmaz acılar çektirmiş erkeğini (her şeye rağmen) korumaya çalışan hanımefendiye haksızlık (ve hatta saygısızlık) olduğunu düşünüyorum.
Devam edelim:
Saldırı, başlıkta da belirttiğim gibi, bir tiyatroydu, bir “saldırı karikatürü”ydü. Abartmıyorum. Görüntülere internet mecralarında ulaşabilirsiniz.
Saldırgan Murat Şahin, tabancasıyla hamle ederken, birileri koluna yapışıyor.
Saldırıya muhatap olan şahsın karısı da hemen müdahale ediyor: Bir taraftan saldırganı zapt etmeye çalışırken, diğer taraftan cep telefonuyla görüntü alıyor.
Hanımefendinin “kahramanlığına” ve “işgüzarlığına” diyecek bir şey yok: Saldırının bir “mizansen” olduğunu zihinlere kazımanın dışında bir işe yaramazlar...
Hayır, elbette hanımefendiyi suçlamıyorum...
Problem, başka yerlerde...
Daha doğrusu, başka kişilerde...
Birincisi, tırıslama kaçan “kahraman gazeteci”de...
İkincisi, bize bu seyirlik oyunu armağan eden Murat Şahin isimli saldırganda...
Birinci perde tamamlandıktan sonra (yani Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Can Dündar’ın “casusluk faaliyetine” bulaştığını iddia eden bir kısım medya “azmettirici” olarak suçlandıktan sonra), ikinci perdeye geçiliyor.
Dün, saldırgan Murat Şahin hâkim karşısına çıkarıldı.
Duruşmada, müdahil olarak Can Dündar’ın avukatı da hazır bulunuyordu.
Fazla iddialı konuşmak istemem ama ikinci perde, birincisinden daha komikmiş gibi geldi bana...
Hatta, daha acemice...
Saldırgan, “Ben keskin nişancıyım, isteseydim Can Dündar’ı 200 metre uzaklıktan vurabilirdim” diyor. Vurmuyor. Çünkü amacı Can Dündar’ı öldürmek ya da yaralamak değilmiş; amacı, “Can Dündar’ın Türkiye’ye zarar verdiğini unutan insanlara mesaj vermek”miş. Ayrıca, “Can Dündar’ı korkutmak ve kişiselleştirmekten ziyade toplumla bütünselleştirmeye” çalışmış.
Nasıl yani?
Evet, nasıl yani?
Maksadı, korkutmaksa, niçin havaya ateş etmiyor da, kurşunları Can Dündar’ın bastığı beton zeminde sektiriyor? Ayrıca, gazeteciliğine karşı olduğunu söylediği Can Dündar’ı niçin “toplumla bütünleştirmeye” çalışıyor, niçin bedavadan kahraman haline getiriyor?
Böyle bir eylemi, “kızgın bir saldırgan” değil, ancak Can Dündar’ın parayla tuttuğu bir kişi yapar.
Saldırganın ifadesinden sonra, Can Dündar’ın avukatı Bülent Utku devreye giriyor ve sorduğu birbirinden şahane sorularla, tiyatroya müthiş bir seyir keyfi katıyor.
İlk soru: “Can Dündar’ın yazılarından etkilendiğinizi söylüyorsunuz. Bu eylemi yapmak için hangi yazısından etkilendiniz?”
Cevap: “28 Şubat davası sonrası devletin gizli belgelerini yurt dışında yayınlaması, Türkiye’nin sorunlarını yabancılara anlatması...”
İkinci soru: “Dündar’a bu eylemi yaparken devlet büyüklerinin televizyon kanallarında Dündar hakkındaki casusluk iddiası sizi etkiledi mi?”
Cevap: “Evet, tabi ki...”
Soru-cevap faslı bu şekilde devam edip gidiyor ama devamını aktarmayı midem kaldırmadığı için burada
kesiyorum.
Sanki her şey, bu “Evet, tabi ki!” cevabını almak için kurgulanmış gibi...
Bakalım, üçüncü perdede hangi repliklerle karşımıza çıkacak suikast tiyatrosunun “karton” oyuncuları?
İzlemedeyiz!