28 Şubat’ta bir askeri darbe yaşandığı konusunda hiç kimsenin şüphesi yok. Herkes biliyor ki 28 Şubat, tıpkı 12 Eylül gibi bir darbenin adıdır. Kurbanları o günleri lanet ile anarken, sorumluları 28 Şubat’ı ‘büyük bir kahramanlık’ olarak gördüler. Hatta 28 Şubat’ın yıldönümünde MGK eski Genel Sekreteri emekli Org. Tuncer Kılınç darbeden övgüyle bahsettikten sonra “28 Şubat süreci hâlâ devam ediyor. Sadece kesinti var” diyordu (Aydınlık, 13.3.2012).
Demek ki 28 Şubat’ta seçilmiş hükümetin zorla düşürüldüğü, askerlerin sivil işbirlikçileri ile ülkenin yasalarına, yargısına ve icrasına müdahale ettiğinde mutabıkız. Aynı şekilde 28 Şubat’ta insanların fişlendiği, kılık-kıyafetleri nedeniyle birçok kişinin eğitim haklarının ellerinden alındığı, eşleri tesettürlü diye pek çok memurun görevden ayrılmaya zorlandığı veya sürgün edildiği, sırf dininin gereği olan ibadetleri yapmaya çalışıyor diye pek çok sivil ve askerin istifaya veya emekliye zorlandığı, bazı kriterlere uymadığı gerekçesiyle insanların yargılandığı, eziyet çektikleri vs. konusunda da toplumsal bir mutabakat var. Kimi bu uygulamaları “yasal olmasa da Cumhuriyeti ve laikliği korumak için gerekliydi. Kurunun yanında elbette yaş da yanar” diyerek savundu, büyük bir çoğunluk ise yapılanları hukuk ve etik dışı buldu. Ancak fişlemeleri, eziyetleri ve kutuplaştırmaları hiçbir taraf reddedemedi.
Bu tabloya baktığımızda önümüzde normal bir demokrasinin ve normal bir hukuk devletinin cezasız bırakamayacağı bir düzine suç var: Askeri darbe hazırlama, bu suça yardım ve yataklık etme; en temel insan haklarını ihlal etme; yargıyı etki altına alma, hatta tehdit etme; iftira ve hakaret; ülkenin Meclisini ve Hükümetini çalışamaz hale getirmek; ayrımcılık; toplumu inanç ve fikirlerine göre ayrıştırmak/kutuplaştırmak/kışkırtmak vs. vs.
Suç listesi uzayıp gidiyor. Bir suçu cezasız, karşılıksız bırakmak ise onu teşvik etmektir. Suçlu yaptığının karşılığını görmez ise, hatta suçu ona nam ve çıkar sağlar ise bu durumda yeni suçlara davetiye çıkarıyorsunuz demektir. Suçu karşılıksız bırakmak kadar aynı suçtan dolayı bazı kişileri cezalandırmak, bazılarını görmezden gelmek de aynı derecede ölümcül sonuçlar doğurur. Örneğin 12 Eylül’ü yargılar, 28 Şubat’ı görmezden gelirseniz buna ‘keyfilik’ denir ve hukukta keyfiliğin olduğu yerde tüm hukuk kuralları tartışmalı hale gelir ve halkın o kurallara olan inancı erozyona uğrar. Bu nedenle bugünden geçmişe tüm askeri darbe girişimleri ve bunların yan ürünleri olan işkenceler, insan hakları ihlalleri vs. eksiksiz bir şekilde yargılanmalı, öncelikle bunların suç olduğu bağımsız mahkemelerce ilan edilip, karşılıkları sorumluların yüzlerine okunmalıdır.
İntikam mı?
Yapılanları ‘intikam’ olarak değerlendirmek ise mümkün değildir. Eğer yasalarınızda yukarıda saydığımız eylemler ‘suç’ sayılıyor ise mahkemelerin bu kuralların gereğini yerine getirmesi ‘intikam’ değil, ‘görev’dir. Ama siyasi otorite, örneğin 12 Eylül paşalarına veya 28 Şubat’ın mimarlarına ceza verilmesini yaşları veya toplumsal hassasiyetler nedeniyle uygun bulmaz ise bu durumda ya yasaları değiştirir ve yukarıda sayılan suçları suç olmaktan çıkarır, ya da verilen cezaların uygulanmamasını veya indirimli uygulanmasını sağlayacak yasal düzenlemeler yapar. Zaten bu noktada önemli olan Kenan Evren’in veya Çevik Bir’in demir parmaklıklar arkasına konması değil, suçlu olduklarının ilan edilip, ayıplanmaları ve kurbanların mağduriyetlerinin tazmin edilmesidir. En önemlisi de onlarca yıldır kanayan vicdanların huzura erdirilmesidir.
Darbelerin yargılanmasındaki zamanlama eleştirileri de yerinde görülmemektedir. 2000’li yıllar boyunca darbe girişimleri eksiksiz sürmüştür. Acil ve yakın bir darbe girişimi varken bir ülke geçmişteki darbeler ile hesaplaşma gücünü ve cesaretini kendisinde bulamaz. Türkiye’de de böyle olmuştur. Önce Balyoz, Ergenekon, Sarıkız gibi örneklerde gördüğümüz darbe girişimleri engellenmiş ve yargıya taşınmış, ardından ise adım adım geçmişin günahları yargı önüne havale edilmiştir.