Bu sütûna nisbeten düzenli şekilde göz atmak zahmetine katlananlar metinlere tedrîcen hâkim olmaya başlayan iyimser havayı belki fark etmişlerdir.
Gerçekden de samîmî kanaatim, birkaç aydır gelişmelerin olumlu sayılabilecek bir mecrâya yöneldiği yolunda. 29 yıl süren düşük profilli bir savaşdan sonra insanlarda belirli bir usanç duygusunun belirmesine şaşmamak lâzım. Ancak savaş yorgunluğunun tek başına barışı getirmeye yetmeyeceği de âşikâr.
O halde ilâveten daha ne oldu da insanlar gitgide daha belirgin bir ifâdeyle artık bu uğursuz faslın sona ermesi ve yepyeni bir sayfa açılması gereğine işâret etmeye başladılar?
Görebildiğim kadarıyla, silahlı çatışmaya sebebiyet veren, yâhut sebebiyet verdiğini göstermek üzere kısmen mâzeret olarak ileri sürülen gerekçelerin büyük ölçüde ortadan kalkması başda gelen âmillerden biri. Kestirmeden söylersek Türk Devleti artık Kürdleri asimile etmek, Türkler içinde eritmek politikasından vazgeçmiş görünüyor ki laf aramızda, şâyet başından beri bu politikayı benimsemiş olsaydı Kürdler şimdiye kadar çokdan asimile olmuş bulunurlardı. Verilmiş sadakaları varmış. Yâhut şöyle de diyebiliriz: Duâ etsinler ki Türkiye’yi onyıllardır yöneten, daha doğrusu yönetdiğini sanan “devlet aklı” pek de öyle yüksek seviyede bir nesne değil.
Neden derseniz bu işler güzellikle olur!
Ama bir problemin çözümü için “eşref saati” yâni uygun vakti kaçırırsanız o çözüm artık çözüm olmakdan çıkar. Kısacası bu saatden sonra, 1930’lardan îtibâren uygulansa semere verecek olan bir politikayı gündeme sokarsanız sadre şifâ hiçbir sonuç alamazsınız.
Tam tersine! Bakınız artık neredeyse “Ben Türk’üm!” demek cesâret meselesi hâline gelmeye başladı. “Türk” kelimesi âdetâ ayıbmış gibi bir mânâ kazandı.
“Milliyetiniz nedir?”
“Efendim, sözüm meclisden dışarı ben Türk’üm.”
Yakında bu cümle de değişir:
“Tâbiri mâzur görün, Türkmüşüm... Dedem, Allah rahmet eylesin, biraz geri kafalı biriydi, ondan rivâyet...”
Peki, bundan sonra ne olur?
Vallâhi, bundan sonra ne olacağını ille de öğrenmek istiyorsanız koltuklarınızın arkasını dik duruma getirip emniyet kemerlerinizi bağlayın ve bir zahmet bu yana kulak verin:
Bundan sonra Türk olduğunu söylemek daha uzunca süre belirli bir yürek meselesi olarak kalmaya devâm eder. Bu arada ülkenin baskın olarak Kürdlerle meskûn yörelerinde, ayrıca İstanbul ve Ankara gibi büyük merkezlerde Kürdce eğitim yapan ve lise sona kadar götürüp mezun eden okullar kurulur. Takrîben iki yıl içinde bunlardan ekserîsi taleb yetersizliği sebebiyle tekrar kapanır.
Kapanmayanlardan çıkanlarsa Türkçelerinin yetersizliği yüzünden doğru dürüst yüksek öğrenim görmekde yâhut iş bulmakda bayağı zorlanırlar.
Bu vaziyet karşısında Türklerden bâzıları keyiflenip “Beter olsun keratalar! O okullarıaçarken bize mi sordular?” şeklinde sohbeti koyulturken azınlıkda kalan bir başka bölümü ise “Aman, Kürd kardeşlerimiz şey olmasın!” diyerekden kızlı oğlanlı kazık kadar veledleri evlerine alıp “Baba, bana bal al!” şeklinde tedrîsâta başlarlar.
Kısa süre sonra bu cümlenin alfabedeki devâmı olan “Al, Atay, bu bal.” cümlesi, Kürd kardeşlerimizi incitebileceği gerekçesiyle değiştirilip “Al, Apo, bu bal.” şekline sokulur.
Bütün bu gelişmelerden sonra, 2050’ye doğru, “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım...” şeklinde uzayıp giden öğrenci andı da, işlevini tamamlamış bulunmasına binâen ve “Tühulan, nasıl da unutmuşuz!” âvâzeleriyle iptâl edilir ve Türkiye, daha doğrusu yeni adıyla “Trakanatolia” nihâyet ebedî sulh ve sükûna kavuşur.
Tabii, hiç ümîdim yok ama, Kürdler rahat durursa!