Ben yılın takrîben yarısını İstanbul’da öbür yarısını ise Köln’de geçiriyorum. Bâzı tesâdüfler ve gelişmeler yaşama düzenimi böyle şekillendirdi. Böyle bir hayat sürünce, birkaç ay ayrılıkdan sonra avdet etdiğiniz şehirde ve daha da genel olarak ülkede meydana gelen yâhut gelmeyen değişiklikleri daha iyi fark edebiliyorsunuz. Benim bu alandaki tecrübem şöyle: Köln’e dönüşlerimde pek bir şeyi değişmiş bulmuyorum. Uzunca bir süre önce yine bir dönüşden sonra bir ahbâbıma bir değişiklik olup olmadığını sormuşdum. Kızcağız şaşırdı ve “Altı ayda ne değişiklik olacak ki?” diye sordu.
İstanbul ise çok farklı. Her dönüşümde değişmiş buluyorum şehrimi. Hem de az buz değil, bayağı göze çarpar şekilde ve bu değişim kural olarak hep iyiye doğru cereyân ediyor.
O bakımdan ülkenin batmakda olduğu mavalını doksandokuzluk tesbih çeker gibi mütemâdiyen önümüze süren müzmin muhâlifleri hiç inandırıcı bulmuyorum. Kusûra bakmasınlar ama doğruyu söylemiyorlar.
Bir gazeteci için yönetimin başarılı olduğunu belirtmek pek de fiyakalı bir iş değildir. Adama hemen “yalaka” damgasını vuruverirler. Yine kimse kusûra bakmasın ama, bu yaşdan sonra umurumda bile değil.
Ömrüm boyunca hiçbir hükûmetden herhangi bir istifâde sağlamış değilim. Bunun tek istisnâsı 1968’de, artık Rahmetli olan o zamanki Başbakan Ecevit’in beni Almanya’ya basın ataşesi olarak atamasıydı ki bundan da maddî bir avantajım olmamışdır. Tam tersine, serbest televizyoncu ve radyo yorumcusu olarak Almanya’da zâten çok iyi para kazanan biriydim. Ataşelikden elime geçen maaş ise epeyi daha düşükdü. Yâni iyi niyetle ve belki bir hizmetim dokunabilir diye muvakkaten üstlendiğim bir görevdi. Gerçi doğru dürüst hiçbir halt edemedim ama Ankara’ya özgü şartları küçümsemişdim, ondan. Bunun üzerine henüz iki senem bile dolmadan zâten istîfâ etdim.
Hâlen AK Parti’yi desteklemem de herhangi bir beklenti sonucu değil. Dediğim gibi, 1939 doğumlu biri olarak bu yaşdan sonra ne bekleyeceğim? Yazmayı seviyorum ve ne mutlu bana ki gerek bu sütunda olsun gerekse kitablar yazarak olsun bu sevdiğim meşgaleye olanak buluyorum.
Bu bakımdan bâzı okuyucularımın, iktidar partisi hakkında olumlu görüş beyanlarımı “satılmışlık” olarak değerlendirmesi hiç âdilâne değil.
AK Parti’den kimseyi tanımam bile. Başbakan Erdoğan’ı ömrümde tek bir kere ve o da henüz İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanıyken kısaca görmüşlüğüm vardır. İstanbul’a dâir bir belgesel hazırlıyordum.
Öte yandan, marka şekliyle, RTE’yi çok takdîr etdiğimi de kimseden saklamaya gerek duymam. Sebebine gelince:
Bir kere Batı ülkelerinde hiç sevilmemeye başladı!
Demokratik yollardan iktidâra gelmiş ve üç kere, üstelik oy arttırarak seçim kazanmış bir Türk politikacısına eğer Batı mas medyasında usul usul “diktatör” filan gibi sıfatlar takılmaya başladıysa bilin ki o adam/kadın pek de kötü biri değildir.
Ne demiş Sultan II. Mahmud kendisine başarılı dış politikasının sırrını soran Fransız sefîrine:
“Bir meselem oldu mu Rus sefîrine akıl danışır ve o ne dediyse tam aksini yaparım. Başarımın sırrı budur.”
Bu kural Türkiye-Batı ilişkilerinde hâlâ geçerliğini korumaktadır.
RTE’nin bir diğer başarı sebebi muhtemelen İstanbul sermâyesine sakalı kaptırmamış olmasıdır. Kanaatimce Türkiye’nin mâlî bakımdan neredeyse iki asırdır iki yakasını bir türlü bir araya getiremeyişinin esas âmili, gözü doymak bilmeyen ve doğru dürüst hiçbir şey üretmeksizin sırf devletden ucuza para alıp onun bir tür tefeciliğini yapan bu sermâye oligarşisidir.
İstisnâlardan özür dilerim!
Ama RTE işte bu düzeni sona erdiriyor!
Peki, Türkiye artık bir uçak gibi havalandı mı?
Bana kalırsa start pistinde gitgide hızlanarak ilerliyor ama tekerlekler henüz yerden kesilmedi.
Birkaç “sâniye” daha sabır!