ST.Petersburg’da 1995 yılından beri ‘Umut Kupası’ adı altında, görevi başında hayatını kaybeden gazetecileri anmak ve aileleriyle dayanışmak için, çok önemli bir etkinlik düzenleniyor. Türkiye’den gazeteciler de bu etkinliğe 2010 yılından itibaren katılmaya başlamış. Bu etkinlik için Rus-Türk Kültür Merkezi’nin davetlisi olarak bu hafta sonu St. Petersburg’taydık.
Gazetecilerin, görevi başında ya da suikast sonucu hayatını kaybettiği ülke sıralamasında Türkiye ve Rusya herhalde üst sıralarda yer alırlar. Türkiye ve Rusya birçok konuda olduğu gibi, burada da uzun yıllar aynı kaderi paylaştı. Putin’in son İstanbul ziyareti ile yeni bir döneme giren Türkiye-Rusya ilişkileri, sanıyorum önümüzdeki yıllarda yalnız kendi coğrafyalarının kaderini değil, Avrupa’nın da geleceğini belirleyecek bir rol oynayacak.
Daha önce, doksanlı yılların ortalarında Moskova’ya gitmiştim. O zaman hâlâ Rus askerlerinin kalpaklarında ‘kızıl yıldız’ vardı. Lenin’in mozolesinde yine kuyruk oluyordu ama kuyruktakilerin çoğu ellerinde fotoğraf makileleri ile bekleşen turistlerdi.
O zaman oradaki yaşlı bir Rus, ‘Bu kuyrukdakilerin çoğu turist, Rus giderek azalıyor, bu, herşeyin daha da kötü olacağının göstergesi’ demişti. Evet, doksanlı yıllarda yaşlı Ruslar mozole ziyaretçisi sayarak durumun iyi mi, kötü mü olduğuna karar veriyorlardı.
Burada Rusya’nın St. Petersburg lobisi tarafından yönetildiğini söyleyen çok insana rastladım. Putin ve Medvedev bu kentin yetiştirdiği siyasetçiler. Ancak bu kent her üç dönemde de Rusya’nın kaderinde belirleyici olmuş.
Lenin Avrupa’nın kuzeyinde sürgündeydi ve devrim için bu kente döndü. Kışlık sarayın ele geçirilmesi devrimin zaferini ilan etmesiydi aynı zamanda. Devrim sırasında John Reed burada bir otelde ‘Dünyayı Sarsan On Günü’ yazdı.
St. Petersburg, Rusya’nın kuzeyde Avrupa’ya açılan kapısı adeta. Zaten 1703’te Çar 1. Petro (Deli Petro) tarafından bu amaçla kurulmuş ve başkent ilan edilmiş. Aslında Çar, Rus İmparatorluğu’nu yüzünü göstermeye başlayan Avrupa’daki büyük dönüşümle buluşturmak istemiş, Baltık Denizi kıyısında ve Neva Nehri üzerinde 42 adaya yayılarak kurulan şehrin köprülerle birbirine bağlanmasına Çar, bir müddet sonra karşı çıkmış, gerekçesi de halkın daha fazla deniz aracı kullanıp denizciliği öğrenmesini istemesi imiş. Biliyorsunuz, aynı zaman diliminde Osmanlı da Avrupa’da 17. yüzyılda başlayan merkantilist sömürgeleştirme süreci sonucu, Avrupa’nın giderek artan gücü karşısında telaşa kapılmıştı. İşte Tanzimat’a kadar gidecek ‘ıslahat’ sürecinin başlangıcı, Osmanlı’da da, Deli Petro’nun ‘Avrupa’ya açılan kapı’ diye kazıklar üzerine aceleyle kurduğu St. Petersburg’un ortaya çıkışına denk gelir.
St. Petersburg’u özellikle gece Frankfurt’a çok benzettim. Oysa gezi rehberlerinde şehrin Rusya’nın Venedik’i olduğundan falan bahsediliyor. Bence şehir Avrupa’nın finans başkenti Frankfurt’a çok daha fazla benziyor. Çar Deli Petro başarmış yani, adaları birleştirerek Rusya’nın kuzeyinde ülkesinin aslında Avrupa’nın bir parçası olduğunu anlatmış. Biliyorsunuz biz de Ankara başkent olduktan sonra Almanlar’ın şehircilik anlayışıyla bina ve bulvarları inşa edip ‘modern’ bir Avrupa başkenti havası vermeye çalışmıştık.
Muslukçuların, kaportacıların demokrasisi
St. Petersburg’da bütün Rus şehirlerinde olduğu gibi müthiş bir altyapı var. Eğitim, barınma, ısınma, ulaştırma ve iletişim hâlâ Sovyetler’den kalan altyapı sayesinde en kolay ulaşılabilir imkanlar. Herkesin bir ya da iki evi var. Devlet, oturdukları konutları halka devretmiş. Yabancılara ev kiralamak esaslı bir geçim aracı olduğu için kiralar oldukça pahalı. Ama şehirde şu dikkatimi çekti; bir yığın çarpık ama tamir edilmemiş araba gördüm. Nedeni şu imiş; bizdeki gibi şipşak oto sanayi esnafı burada yok, servisler de çok pahalı. Böyle olunca tek farlı, kaportası koli bantlarıyla kapatılmış bir yığın araba trafikte dolaşıp duruyor.
İşte Sovyetler’i tarihe gömen temel hatalardan biri buydu bence; yani küçük özel mülkiyet yoktu. İnsanların barınma, eğitim, ulaşım, iletişim sorunlarını sistem çözüyordu ama onlara bireysel özgürlüklerini vermiyordu. Örneğin Kiev’den Moskova’ya 10 rubleye uçuyordunuz ama evinizdeki musluk bozulduğunda iki ay devletin muslukçusunu bekliyordunuz. Muslukçular, kaportacılar, berberler yoktu ülkede. Yani küçük özel mülkiyetin demokrasisi yoktu; tam aksine devletin tekelci bürokratik mülkiyeti ve tabii diktatörlüğü vardı. Bu aslında bir nevi tekelci devlet kapitalizmi idi, Sovyetler buydu ve bu olduğu için ortadan kalktı. Ama yine de müthiş kamusal bir altyapı bıraktı.
Tam burada şunu düşündüm; tekelci özel mülkiyetin ve devletçi bürokrasinin sınırlandırıldığı ve giderek ortadan kalktığı, bilginin sonsuz bir şekilde herkese ulaşmasıyla rekabete dayalı küçük özel mülkiyetin olduğu, insanların temel ihtiyaçlarını kamunun (devletin değil ama) karşıladığı ve bunun olduğu ölçüde de insanın bireysel olarak kendini ifade etme, geliştirme özgürlüğünün de sonsuz olduğu bir toplum mümkün değil mi? Sanıyorum bu krizin tam ortasında bu soruyu ya da buna benzer soruları sormanın zamanı...