Söz dudağınızdan çıkmadıysa, o söz sizin 'esir'inizdir... Ama söz dudağınızdan çıktıktan sonra artık, siz o sözün esiri olursunuz; sözünüzün eri iseniz...
*
Geçen hafta içinde DEM Parti heyeti olarak Pervin Buldan hanım ve Sırrı Süreyya Önder bey'in Başkan Erdoğan tarafından Cumhurbaşkanlığı makamında kabul edilmeleri önemli bir gelişmeydi, şüphesiz...
Her ne kadar PKK'nın kendisini feshetmesi için A. Öcalan tarafından yapılan çağrıya henüz net bir cevap verilmediyse de, DEM Parti'nin temsil heyetinin (kendileriyle görüşmeyi kabul etmeyeceğini açıklayan 'İP' hariç) diğer parti sözcüleriyle görüşmeler yaptıktan sonra, şimdi bir de Başkan Erdoğan tarafından kabul edilmeleri ve 1,5 saat kadar süren bu görüşme sonunda memnun olduklarına dair açıklamalar yapmaları, evet, çok önemliydi.
Müslümanlık temeli etrafında asırlarca kardeşçe yaşayan halklarımızın, düşman haline getirilmeleri şeklindeki emperyalist telkinlerle yüceltilmiş ırkçı-kavmiyetçi saplantılarla birbirine düşman olmaları şeklindeki şeytanî entrikalar son bulur; inşallah...
Şimdi bu merhaleye gelinmişken, yersiz sözlerle havayı zehirlemek isteyenlerin oyunlarına karşı daha bir dikkatli olmak gerekiyor herhalde... Bütün mesele, tarafların birbirlerine oyun oynamak istedikleri gibi şüphelerden arınmaları...
Geçmişte, bu yolda bazı teşebbüslerin nasıl baltalandığı unutulmamalı.. 30 sene öncelerde, tam da Kürd Meselesi'nin Meclis'te görüşülmesi yolunda ciddî adımlar atılmışken, 33 askerin el-Aziz yolunda pusuya düşürülerek katledilmeleri tesadüfî değildi.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın, sürecin uzatıldığı -tavsatıldığı zamanlarda büyük risklerin ortaya çıkabileceği uyarısında bulunurken, "Örgütün her zaman, anlaşıyormuş gibi gözüküp, aslında anlaşmama, diplomasiyi ve müzakereleri kendi asıl ajandasını ilerletmenin başka bir aracı olarak kullanma tecrübesi, her zaman mevcut." şeklindeki sözlerinde dile getirilen oyunlar inşallah, bu kez tekrarlanmaz...
2013-2015 yıllarında AK Parti, açılım politikaları yolunda çok ciddî adımlar atarken, kimlerin o havayı nasıl zehirledikleri de unutulmamalı...
(O sıralarda bir Ankara'da ciddî bildiğim bir kişi ile konuşurken, o zat, üst derece sorumlu şahsın, 'Ben artık Kürtlere güvenmiyorum...' dediğini nakledince, bu satırların sahibi, ' Nerede demiş, hiç duymadım...' dediğinde, 'Ben kendi kulağımla duydum...' demişti... Bunun üzerine, bu sözü, o üst dereceli sorumluya, bir görüşmemizde 'Siz böyle bir söz söylediniz mi?' diye sorduğumda, muhatabım, 'Bu benim her şeyden önce inancıma aykırıdır...' demiş ve 'en yakın çalışma arkadaşlarından birçoğunun da Kürt kavminden olduğunu' eklemişti.
Bu sözü, bana o ilk iddiayı söyleyen zata aktardığımda, 'Yav, o sözü ben kendim duymamıştım da, sözüne çok güvendiğim bir arkadaş, kendisi dinlediğini söylemiş ve ben de kendim duymuş gibi aktarmıştım...' demişti.
Bu gibi, başkasının sözünü çok güvenerek kendisi duymuş gibi aktarmaların ne entrikalara alet edildiğini unutmamak gerekir. )
*
Evvelki gün 200'e yakın kişinin katıldığı bir toplantıdaydım.
Toplantıda, birçok katılımcılar, elde edilen başarı hikâyelerini anlatıyor ve güzel bir temenniler dile getiriyorlardı. Ama 'General' ayarında ve, -kendisin ısrarla 'müstafi- /istifa etmiş' şeklinde takdim ettiren bir 'eski asker', kendisine konuşması için tanınan 3-5 dakikalık zamanı bile hemen, resmî ideolojinin 1930'lardaki laflarını tekrarlamaya ayırdı ve 'Türk, Kürt, Arap, Ermeni vs. her ne olursa olsun, hepsini Türk adı altında topladı, filanca... Osmanlı , etnik farklılıkları bir tek noktada birleştiremediğinden parçalanmıştı, biz de 'Türk'lükte birleşmezsek, yine parçalanırız...' diye bir takım korkular şırıngalamaya kalkıştı.
Bu gibi kafa ve düşünce sahibi olanlara, Osmanlı'nın, Müslüman halkın birliği ve Müslüman olmayanların da Osmanlı vatandaşı olarak, birlikte hareket ettikleri zaman, aynen Müslümanlar gibi aynı haklara sahip oldukları siyasetle 600 yıldan fazla hükümfermâ olduğunu nasıl anlatmalı?
Bugün Arap ülkeleri denilen coğrafyalarda da, Saddam ve benzerleri liderler de, 'Herkes kendisini 'Arap' olarak bilecek ve öyle niteleyecek.' diyordu. Ve bu baskı yüzünden, başına bir sıkıntı gelmemesi için, Kerküklü yaşlı bir Türkmen'in, kavmini yazmaya gelen memura, -hiç Arapça bilmediğinden, Türkçe olarak- kendisini, 'Yaz oğlum, Arap oğlu Arap..' deyişi tanıtması meşhurdur.
*
Bir diğer toplantıda da, geçen hafta... Bir emekli Yargıtay üyesi konuşmaya çağrıldı. O da, 'Türk yargıçlarının, hiç bir zaman kimsenin tesirinde kalmadan, kendi vicdanlarının sesini dinleyerek karar verdikleri' iddialarını sıraladı... 1950-60 arasında ve halkın genel olarak sevdiği 10 yıllık Başvekil Adnan Menderes ve 2 Bakan'ı, (Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ı ) darağacına götüren kararları ve yüzlerce DP. Milletvekilini de hapis cezalarına çarptıran 'Yüksek Adalet Divanı' isimli düzmece bir mahkeme, ünlü Yassıada'daki -sözde yargılamalar-a, hukukî itirazlarda bulunanlara, 'Ne yapalım, sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor.' dediklerini bilmeyen ya da bilmez gözüken bir yüksek yargıç emeklisi... Zavallı, ya hiçbir şeyden haberi yoktu, ya da, herkesi kör ve sağır zannediyordu.
Halbuki bu kişi, 'İstiklal Mahkemeleri'nin denilen yargılama kurumlarının nasıl işlediğini ve ünlü Kel Ali'nin, kendisine yukarıdan havale edenleri nasıl idam ettirdiğini resmî tarih kayıtlarından okusaydı orada 100'lerce insanın gözünün içine baka-baka yalan-yanlı konuşmazdı.
*
Evvelki gün de, hem de İslamî kesimlerim katıldığı bir başka toplantıda, Gazze ve Filistin Meselesi konuşulurken, bir kişinin kalkıp, HAMAS'ın İsrail tarafından ve İhvan-ı Muslimîyn'in de, Yâsir Arafat'ın El'Fetih Hareketi'ni engellemek için kurulduğu iddiasını söyleyebiliyordu. Bu sözleri söyleyen kişi, İhvan'ul -Muslimîn Hareketi'nin 1925-30'larda merhûm Hasan'ul- Bennâ tarafından kurulduğundan; El 'Feth'in ise, 1965'lerden sonra ortaya çıktığından habersizdi; ama konuşuyordu işte... Neyse ki, birisi, bu konuşmacıyı protesto ederek toplantıyı terk etti.
Bu gibi toplantılarda, genellikle 'tatsızlık olmasın' diye susuluyor ve cahiller veya saptırmakla vazifeli onlar da bu nezaketten istifadeyle, hedeflerine varıyorlar.
*
Bu nokta sadece bizde değil, başka coğrafyalarda da oluyor.
Geçenlerde, Başkan Erdoğan, Çanakkale savaşlarını ve şehitlerini anarken, bu şehitlerin birbirinden uzak coğrafyalarda, Balkanlardan, Bingazi'den, Halep, Bağdat, Tebriz ve diğer Müslüman coğrafyalarından geldiğini ifade etmişti. Evet, o savaş, 'Lâilâheillallah' şiarıyla ayağa kalkan bir Ümmet'in, İslam Milleti ve Ümmeti'nin direnişiydi.
Tayyib Bey'in 'Tebriz'den bahsetmesini duyan, İran medyasından bir takım kimseler, 'Erdoğan'ın Tebriz'e sahip çıktığını' yazıverdiler; Osmanlılık siyaseti güttüğünden filan da dem vurarak...
Halbuki, İran- Irak Savaşı sırasında da, Afganistan, Pakistan'dan gelen ve hatta Erzurum, Bingöl gibi yerlerden gelen niceleri de Saddam Irakı'nın, Baas rejiminin güçlerine savaşın kurbanı olmuşlar ve İran'da defnedilmişlerdi. Bir İranlı sorumlu da 'Burada çeşitli coğrafyalardan insanlar can verdiler' deyip, meselâ Erzurum'u da zikretse, hemen, İran'ın Erzurum'u sahiplendiği manası mı çıkardı, o sözden... Ayıbın ötesinde bir anlayış...
*
Aynı şekilde, CNN'in Türkçe yayınında 12 Nisan gecesi, akademisyen olduğunu sık sık vurgulayan bir kişi, İran'ın Amerika tarafından vurulması tehlikesi karşısında duramayacağını iddia ederken, bu arada, İran'ın kendi içinde de 'PEJAK' adı altında PKK problemi olduğunu bilmiyor veya bilmezlikten geliyor ve İran'ın PKK'yı desteklediğini iddia ediyor ve daha geçenlerde Van'ın 80 km. kadar doğusundaki Urûmiye şehrinde 'PKK'lı gruplar'ın tahrikiyle, büyük çaplı hadiseler yaşadığından da habersiz gözüküyordu.
Dahası, söz konusu akademisyen kişi, 'Türkiye de, İran'da 25-30 milyon Türk'ü ayaklanmaya çağırsa, İran parça-parça olur, ortada İran diye bir şey kalmaz!' diyebiliyordu; hem de bağıra-bağıra!
Allah aşkına, komşuluk ilişkilerinde bile bu gibi, kavmiyetçi, bölgeci vs. iki taraflı tahriklerden, hassasiyet oluşturma çabalarından emperyalistler memnun olmaz mı?
Unutmayalım, 'bin dost azdır, bir tek düşman fazla'dır.
*