Sözün bittiği yer, bilincin kepenk kapattığı yerdir. Bilincin kepenk kapattığı yer, hayatın donduğu, taşlaştığı yerdir ki, orada her şey Büyük Sudan Çölü’nden daha kıraç daha çorak hale gelir ve medeniyet biter. Söz, medeniyetin bütününü temsil eder. Ahlakı, etiki, erdemi sözden başka ne temsil edebilir ki? Aklın özünü yakalama çabamızın yegane ifadesi, imgesi, kodu ve şifresi sözden başka bir şey değil.
İnsan olmanın en ayırt edici özelliği söz değil miydi? Bilincin kendisini kapsayacak şekilde her gün, öğrendiğimiz her yeni bir şeyle birlikte kendi sınırlarını genişleterek, bizim hayatta kalmamızı sağlayan kültürün ana hammaddesi de söz değil miydi? Bütün kitaplar, bütün ansiklopediler bunu böyle yazmaz mı? Sözün bitmesi, güneşin yok oluşundan farksızdır. Kapkaranlık bir dünyaya mahkum oluruz.
Rasyonel varlıklar olarak, hayatlarımızı sözün inşa ettiği zeminler üstüne bina ederiz. Toplumsal varoluşumuzun asıl temeli olan aklın, bizzat kendisini anlaşılır kılan şey nedir? Elbette sözdür. Çünkü söz zihnimizin bir tür iç yazılımıdır. Sözün bittiği yerde aklı ele geçirmenin imkanı var mı? Aklı ele geçirmeden hepimiz için ortak, meşru ve rasyonel olan bir hayatın temellerini nasıl atabiliriz?
Sözün bittiği yerdeyiz lafı, bir kararlılık ifadesi olarak anlamak mümkündür: ama hepsi o kadar! Hayatımız devam ettiği müddetçe söz bitmez. Ortak hayatımızın sorunsuz ve sıkıntısız akıp gitmesi için ihtiyaç duyduğumuz en önemli vasıta sözdür. Çünkü biz en büyük ihtilaflarımızı bile söz ile çözümlemek niyetinde olan varlıklarız.
Sözün bittiği yer, düşmanın bize dayattığı bir dünya olur. Zaten düşmanlarımız söze itibar etmezler. Çünkü onlar sözden beslenmiyorlar. Onların yegane beslenme kaynağı ölümdür, yok oluştur. O nedenle sözün bittiğini kabul etmek demek düşmanın dayatmasına teslim olmak demektir. Onun oyun sahasında sahne almak demektir. Ama bu durum hiç de akıllıca değildir. Biz hem sözlerimizi tüketmeyiz hem de düşmanlarımıza kendi tasarladığımız yöntemlerle cevap veririz. Doğru olan budur.
Hayatın sorumluluğu bizim omuzumuzda. Her şeyden önce hayata karşı sorumluyuz. Kurulu hayatlarımızın ihtiyaçlarını gidermek hala en temel görevdir ve bu görevi ifa etmek ancak söz üretmekle mümkün olabilir.
Çözümleri olanın sözleri asla bitmez. Dil, kelimelerin temsil ettiği nesneler dünyasıdır. Nesneler dünyasının efendileri olarak insanoğlu, aklını kullanarak sözün gücüyle en karanlık, en çetrefil ve en anlaşılmaz meseleleri çözmek yeteneğine sahiptir. Bu muhteşem yeteneği inkar etmek, o yokmuş gibi davranmak kabul edilebilir bir durum değildir.
Sözün eskimesi mümkündür. Sözün gecikmesi de kabul edilebilir ama sözün bitmesi, sözün tükenmesi hiç de makul bir şey değildir. Eskiyen söze bir tazelik bir zindelik kazandırmak mümkündür. Zindelik kazanarak yenilenen söz, su gibi akar gider. Hayat çok bilinmeyenli bir denklem gibi değişerek aktığı için gecikme normaldir. Gecikmiş bir sözün, gecikme nedenleri anlaşılır bir durumdur. Ama sözün bittiğine inanmak için hiçbir nedenimiz yoktur.
“İnsanın derdi ne kadar büyük olursa, gülüşü o kadar sıcak olurmuş.
O dert güzelleştirirmiş onun yüreğini öyle derler bizim buralarda...
O derdin büyüklüğü neye göre ölçülür, biçilir bilmem ben!..
Fakat; birinin gülüşünün sıcaklığını hissettim mi, anlıyorum ki derdi çok...
Güzelleşmiş derdiyle...”