Bugün içinden geçtiğimiz için derinliğini yeterince kavrayamadığımız bir kırılma yaşıyoruz. İyiye ve Türkiye’nin gelişimine doğru nitelikli bir kırılmadır bu.
Yolun başında; yani, 2002-2003 döneminde bir araya gelip bir plan yapılsaydı bugünler tahmin edilemezdi. Siyasi, ekonomik ve sosyal ünitelerin tamamında muazzam bir hareketin içinde bulunuyoruz.
Eski Türkiye’den Yeni Türkiye’ye geçiş olarak tanımladığımız bir geçiş içindeyiz. Kürt meselesinin hallolması ve sivil anayasanın yazılmasıyla birlikte geçiş tamamlanacaktır.
Reformlar sadece siyasi branşlarla sınırlı değil. Öyle olsaydı zaten demokratik gelişimi bu denli başarılı bir tempoda yürümezdi. Ekonomideki yükseliş demokrasiyi, demokrasideki reformlar da ekonomiyi geliştirdi. Tekrara hacet yok; bu değişim sayesindedir ki meşruiyetin kaynağına ilişkin kavram seti de yenilendi. Laiklik, rejim, irtica, gericilik vs gibi siyaseti tanzim kavramları tarihe gömüldü. Ne var ki değişimin gerisinde kalan siyaset yeni kavramları reddettiği için eski dille bağını bir türlü koparamıyor. Böyle olunca da iktidarın temsil ettiği siyaset ile muhalefetin temsil ettiği siyaset alanı iki farklı dili konuşur hale geldi. Çözüm sürecinde bunu görmekteyiz... Başbakan’ın son ABD ziyaretine ilişkin yorumlarda da aynı dilin egemenliği vardır:
Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli’nin süreçleri anlamak ve muhalefet kaydını düşerek katılmak yerine ezberden “Ne verdin, ne söz verdin?” ekseninde ısrar etmesi eski siyaset dilinin ve Eski Türkiye anlayışının en bariz örnekleridir.
Artık böyle bir Türkiye yok... Taviz vermek, alttan almak, talep etmek, yalvarmak eski Türkiye’de kullanılan enstrümanlardı. Yani, milli geliri 250 milyar, ihracatı 35 milyar dolar olan; kişi başına geliri 3 bin doların altında seyreden ve demokrasiyle değil askeri vesayetle idare olunan Türkiye’nin... Bir havaalanına 22 milyar Euro fiyat verilen, IMF ile yolları ayıran Türkiye’nin değil. Kimse Türkiye’den bir taviz koparma hesabı yapamazken ve zaten kimsenin de böyle bir taviz vermek niyeti yokken bu dilde ısrar etmek nasıl bir ülkede yaşadığımızı anlayamamaktır. Daha doğru bir ifadeyle anlamazlıktan gelmektir...
Bir yandan PKK ülkeyi terk ederken, öte yandan ekonomide mucize kabilinden rakamlar yazılmaya başlarken; diğer yandan ise Türkiye Başbakanı ABD Başkanı ile “eşit” bir pozisyonda Suriye başta olmak üzere bütün bölgenin dosyasını açarken bütün bunlara karşı “Ne verdin, açıkla” demek trajikomik bir siyasi duruştan başka bir şey değildir.
Bu zihin yapısının arkasında Türkiye’nin başka türlü olamayacağı, mutlaka boyun eğmesi ve her zaman talepkar olması gerektiği vardır. “Söyle bakalım hangi sözleri, hangi tavizleri verdin” diyerek siyaset yapmak tipik bir eski kuşak siyasetçi davranışıdır.
Hem Bahçeli hem de Kılıçdaroğlu’nun detay ve bilgi vermeden bu tekerlemede ısrar etmesi de eski ezberden konuştuklarını gösteriyor. “Mutlaka bir şey verilmiştir. Bütün bu olanların arkasında mutlaka bir taviz vardır” ezberi. Ama yok...
Belki eskiden bir şeyler veren, vermek zorunda kalan bir siyasi yapı vardı ama bugün o devir aşıldı.
Türkiye’nin kendi gücünü ve potansiyelini kullanarak ana meselelerini çözebileceğini, süper güçlerle boynunu bükmeden masaya oturabileceğini anlamadan Türkiye’yi anlamak artık imkansızdır.