Gencecik bir kızın kanser hastalığı ile mücadele edişini adım adım takip ettik sosyal medyada. Ardından hepimizin tanıdığı haline gelmiş bu kardeşimizin vefat haberi geldi. Haliyle, sosyal medyada paylaştığı hayat dolu her anı, neşesi, hüznü, azmi, pırıltısı bir nefes gibi gözlerimizin önünden uçup gitti... Allah rahmet eylesin ve ailesine, sevenlerine sabırlar bağışlasın...
Ölüme hazırlıklı değiliz modern insanlar olarak. Her ne kadar geleneğimizin en son kırıntılarıyla, birleştirmeye çalıştığımız kırık parçalar olsa da... Dedelerimizden, ninelerimizden flu bir şekilde bize intikal eden hislerimiz, tam olarak son bulmamış akrabalık ruhumuz, eş dost olmaya dair henüz tam olarak yitirilmemiş temiz duygularımız, bizleri halen ölüme de en az yaşamak kadar değer veren bir toplum kılıyor. Çünkü yaşamak ve ölüm, hayatın birbirini takip eden iki yüzü, ölüm de hayata dahil...
Ölüm hakkında çok konuşmak istemiyorum çünkü o beni her seferinde hazırlıksız yakalıyor. Yani uzmanların “ölümle yüzleşmek” dedikleri şeyi sanırım, hiçbir zaman başaramayacağım. Prof. Nevzat Tarhan, genç kardeşimizin ölümünden sonra ölüm hakkında bazı şeyler söyledi. Aslında bu belki de bir konuşmanın başlangıcı olabilirdi. Ama karşılıklı yanlış anlamalarla iş çığrından çıktı. Oysa hocamız da çok sevdiği eşini, hem de genç denecek bir yaşta aynı hastalıktan kaybetmişti. Ve ciddi olarak sarsılmıştı kendisi de. Bir ruh hekimi olarak, yakınının ölümünden sonra insanın iç dünyasında nasıl bir savunma hissi kuvvetlendirilebilir sorusuna verebileceği cevaplar vardı ama artık havaya karıştı... Çünkü işi Allah’a inanmaya, dine hakarete vardıranlar oldu. Bu insanların içi rahat etsin diye söylüyorum, uğradığı linçi müteakiben Nevzat Bey eşinin fotoğrafını da yayımladı, rahmetli eşi başörtülü değildi... Bu, belki biraz teskin eder “başkasının ölümü”ne tahammül edemeyen insanlarımızı...
Ölüm hakkında Batı dünyası bizden çok daha sahici bir tecessüse sahip. Ne olacak ölümden sonra, nasıl tahammül edeceğiz ayrılığa gibi sorunları çözebilmek için terapi merkezleri var, üniversitelerde kürsüler var, hatta ölüm kaybı boşluğu içinde ruhi sarsıntı yaşayanların bir araya gelip dertleşeceği ölüm kafeleri var. Ölümü, hayatın bu kadar dışına attıktan sonra, onun hakkında konuşmak mümkün değil demek az gelir, ölüm artık feci bir şok hepimiz için...
Çok genç yaşta Hakka giden genel yayın yönetmenimizle de konuşmuştuk bu konuyu. Kemoterapi alıyordu ve yaşadığı tecrübeyi daha sonra kaleme almak niyetindeydi, hatta kısa kısa “kemo notları” geçmeye başlamıştı sosyal medyada. Bu hepimizin içini paramparça yapsa da, o istiyor ve umuyordu ki, kendisinden sonra bu yolda yürüyeceklere bir yol arkadaşı olsun, bir yol haritası sunabilsin... Sonra o kardeşimiz de uçup gitti. Hala duruyor sosyal medyadaki notları. Keder, keder, ah bin keder!
Sosyal medya aracılığıyla yapılan haberleştirme veya bilgilendirme, herhangi bir edisyondan, süzgeçten geçmiyor ve dolayısıyla çok sert, çok sarsıcı ve şok edici olabiliyor. Bizde hastalığın ve vefatın, hatta defin meratibinin ciddi bir saygınlığı, mahremiyet disiplini vardır. Şimdi yeni zamanlarda, yeni hallerde bu konuyu, hem ruh hekimlerinin, hem ilahiyatçıların, hem sosyologların bir arada sakinlikle konuşması gerekmiyor mu...
Çok kolay bir şekilde, hayır hastalıklarımız bu şekilde sosyal medya aracılığıyla deşifre edilememelidir deyip kestirip atabiliriz. Ama genç insanlar için hayat, neredeyse sosyal medyadan ibaret. Evet bunu eleştirebiliriz. Lakin bu sosyal olayı da görmek zorundayız.
Modern zamanlar bizi camdan bir küreye hapsetti. Hiçbir şeyimizi göstermeden yapamıyoruz. Bu sadece mahremiyetin tükenişiyle anlatılabilecek bir bahis değil. Burada ben derin, depderin yalnızlığımızı da görüyorum. Ve üşüyeni titreyen ruhlarımızı...