Aslında bugün hükümetin dershaneleri bitirmek istemesinin neden yanlış olduğunu yazacaktım ama Emre Uslu ile tartışma araya girdi.
Özetleyeyim, Emre Uslu, “Kürt sorununun çözülmesi ve demokrasinin güçlenmesi PKK’yı bitirmez, güçlendirir” demişti, ben de “bitirmez”e tamam, ama “güçlendirir”e itirazım var demiştim. İkimizin de örneği İspanya’ydı. Ben orada sivil hükümetin ısrarla ve inatla demokratikleşme sürecini tamamlamasının ETA’ya taban desteğini zayıflattığını ifade etmiştim.
**
Uslu, son yazısında, demokratik anayasadan sonra ETA’nın daha 30 yıl varlığını sürdürdüğünü belirtiyor ve soruyor:
“ETA’nın gücünün zayıflaması neden demokratik anayasanın kabulünden sonraki 15-20 yıl gibi uzun bir süre içinde gündeme gelmedi de 2001 yılından sonra oldu bu? Cevabını ben vereyim: ETA’nın desteğini yitirmesinin nedeni 2001 yılındaki kritik 9/11 saldırılarıdır.”
ETA, aslında demokrasiye geçiş süreciyle birlikte zayıflamaya başladı. Belki de en agresif saldırıları o dönemde yapması tam da bundandı. Doğru, 30 yıl varlığını sürdürdü, ama aynı ETA olarak değil. Bu örgüt, 1974’te ikiye bölündü. Ana kütlesi, Siyasi/Askeri ETA demokratikleşmenin ardından siyaseti tercih ederek kendini feshetti (1982), diğer kısmı (Askeri ETA) silahlı mücadeleye devam kararı aldı. Bu nedenle “ETA 30 yıl daha varlığını sürdürdü” denebilir tabii, ama niteliksel olarak artık bambaşka bir durumdan ve örgütten söz edildiği unutulmadan. Çünkü siyasete giren ETA Bask Solu (EE) partisi olarak 90’larda Bask sosyalistleri (PSE) ile birleşti.
Uslu’nun 11 Eylül saldırılarının etkisiyle ilgili tespitine kısmen katılıyorum. Ama ben olsaydım cümleyi şöyle kurardım: ETA’nın silahlı mücadelesinin meşruluğunu tüketen son büyük darbe budur. Ama tek başına bu değildir ve eğer demokratikleşme olmasaydı çok muhtemeldir ki 11 Eylül’e duyulan küresel tepki de bu sonucu doğurmaya yetmeyecekti.
**
Uslu analizine ETA ile PKK arasındaki kıyaslamayla devam ediyor ve demokratikleşmenin PKK’nın zeminini tahrip etmeyeceğini, çünkü bu örgütün ETA’dan farklı olarak diğer hiçbir sivil veya siyasi oluşuma izin vermediğini ifade ediyor. Buradan hareketle, demokratikleşmeden gelecek olan çeşitlilik ve çoğulculuk atmosferinde barışçıl aktörlerin ortaya çıkmasını beklemiyor.
Önemli bir argüman bu. Gerçekten de PKK kendisi gibi olmayana hayat hakkı tanımıyor. Tek başına demokratikleşmenin onu kan dökmekten caydıracağını beklemek de saflık olur.
Ama bu demokratikleşmenin çözüm açısından hayati önemini dışlamaz. Demokratikleşme kan döken unsurları melek yapmaz, bu bakımdan çözümün yeterli şartı değildir, ama gerekli şartıdır.
Unutmamak gerek ki, uzunca bir süre etnik çatışma yaşayan toplumlarda Daryush Shayegan’ın kavramıyla “yaralı bilinç”in tedavisi zaman alabilir. İspanya’nın Frankist, Türkiye’nin Kemalist tahribatı aşması için demokrasiye ihtiyacımız var. Bunun otomatik olarak PKK’nın kan dökmekten vazgeçmesini beraberinde getireceği beklentisiyle değil, sadece cinayet işleyeni elinde silahla yalnız bırakmak için de değil, Kürt sorunundan bağımsız olarak zaten buna ihtiyacımız olduğu için ve uzun vadede kan dökmenin kötülüğünü de çok daha net biçimde gösterebileceği için.
Romantik değilim, etkili bir güvenlik mekanizmasının önemini reddetmiyorum. İspanya da reddetmemişti. Tam da bu yüzden güvenlik faaliyetinin bomba saydırılırken hayatları harcanan veya üç aylık eğitimle dağlara salınan yoksulların “asker” adı verilen çocukları tarafından değil, onu profesyonel olarak yapanlar tarafından yürütülmesini istiyorum.
**
Güvenlik önemli, ama sorunu çözmenin veya katlanılabilir düzeye indirmenin güvenlikle ilgili olmayan boyutları unutulmadan.
Tamam, PKK ve BDP, Kürt Sorunu kapsamında atılan hiçbir adıma önemli dememiştir; yarın Kemalist dönemde gasp edilen anadilde eğitim hakkı iade edilse, anında onu da anlamsızlaştırmaya ve küçümsemeye çalışacaktır; ama bunu yaparken bir önceki halde olduğu ölçüde inandırıcı olmayacaktır.
Kuşkusuz her durumda ona inanacak bir kitle olacaktır; bunu geçmişte birlikte insan hakları savunuculuğu yaptığımız ama bugün kırkından sonra milliyetçi hale gelen ve PKK’nın cinayetlerini kınamaya dili varmayan bazı tanıdıklardan biliyorum. Tıpkı ulusalcılaşan ve Kürtlere karşı önyargı geliştiren diğer bazı tanıdıklar gibi onlar da etnik zaaflarıyla hareket ediyorlar ve farkında değiller.
Ama neyse ki toplum, ezici çoğunluğu itibarıyla onlardan oluşmuyor. Gerçi oluşsaydı da, etnik önyargıları gidermek ve doğru ile yanlışı en dar görüşlü insanlar için dahi görünür kılmak için yine gidilmesi gereken yol demokrasiden geçerdi.
Akın Özçer de “Demokratik hukuk devleti ve terör” başlıklı yazısında PKK’nın gücünü, algıları manipüle eden “network”ünden aldığını söyleyen Uslu’yu bu noktadan hareketle eleştiriyor ve söz konusu manipülasyonun başarıya ulaşmasının, demokrasi ve insan hakları sicilimizin kötü olması sayesinde mümkün olabildiğine işaret ediyor.
Demokrasinin meyvesini vermesi zaman alıyor. Özçer de buna işaret ediyor; “İspanya’nın demokratikleşme adımları bizimkinden çok daha hızlı olmasına ve bir buçuk yılda yeni anayasayla taçlanmasına karşın Franco rejimiyle erozyona uğrayan imajını düzeltmesi çok zaman aldı” diyor.
**
Uslu’nun bu konudaki yazılarının özellikle ilki önemli, örnekleri tartışmaya davet ediciydi. Ama bu eleştirilerin sadece asayiş politikalarına hapsolmayı gerektirdiğini her halde kendisi de söylemeyecektir.
Ortalama insanın makul bir varlık olduğuna inanmak, onun ahlakına ve vicdanına güvenmek, evrensel tecrübeye itibar etmek zorundayız.
Ama elimizden geleni yaptık, bütün teoriler iflas etti, yine de olmadı diyelim. Böyle bir durumda, şairin dediği gibi, “ne gelir elimizden, insan olmaktan başka?”