Beşiktaş üzerine her cümlemi kılı kırk yararak yazmak gayretindeyim bu günlerde. Bir önceki yazımda da belirttim: Beşiktaş’ın adının anlamsızca ve haksızca şike soruşturmasına karıştırılmış olması, mahkeme sürecinde kenar süsü haline getirilmesi, daha da beter ve sinir bozucu bir nedenle Avrupa’dan men edilmesi yıkıcı bir duygu oluşturdu. Her Beşiktaşlı gibi ben de bu duyguyla baş etmeye çalışıyorum. Tam da bu yüzden, duygularımın gelgitlerine değil, sabrın eşlik ettiği akılcı bir eleştirel perspektife yaslanma derdindeyim.
Carvalhal’in gidişinden itibaren bir “teknik adam tanımı” vermeye çalıştım. Gerekçelerini ayrıntısıyla yazdım. Türkiye’nin koşullarından etkilenmeyecek, hırslı, hücum futbolu yandaşı yabancı bir hocaydı tercihim. Yönetim de bir ara benzer bir arayışı benimsemiş göründü; kısa dönemli İbrahim Altınsay serüveninden çıkardığımız sonuçlardan biri buydu. “Düşünüldü, denendi, olmadı” diyebiliyorum bu sayede. Devreye başka bir formül girdi.
Yazılarımı düzenli izleyenler biliyordur: Hiçbir teknik adama önyargılı yaklaşmam. Teknik adamlar için kolayca üretilen “klişeler”e de itibar etmem. Örnekse, Schuster geldiğinde “İstikrarsız, sürekli takım değiştiren biri” eleştirilerine karşı Lucescu örneğini vermiştim. 1996’ya kadar çok istikrarlı bir çizgisi olan Lucescu, bu tarihten sonra her yıl takım değiştirir hale geldi. Türkiye’deki G.Saray ve Beşiktaş deneyimleri de yine “anlamsız gerekçeler”le sona erdi. O Lucescu 2004’ten beri Shakhtar Donetsk’in başında. Başardıkları da malum. Shakhtar’ın başına geçtiğinde “Son 8 sezonda 6 takım değiştirmiş biri geldi buraya; bakalım dikiş tutacak mı” denmiş midir? Denmiştir olasılıkla.
Bir teknik adamla bir takımın ilişkisini, bu serüvenin nereye varacağını önceden kestirmek kolay değildir özetle. Bakarsınız, çok istikrarlı bir teknik adam yeni takımına uyum sağlayamaz, sezon sonunu görmesi bile mucize olur. Öte yandan, gömlek değiştirir gibi takım değiştiren bir başkası yeni takımıyla öyle bütünleşir ki kimse bu tabloya inanamaz. Elbette teknik adamın geçmişi kimi ipuçları barındırır içinde, ama benim bir teknik adam hakkında yargıya varmak için kullandığım sarsılmaz ölçüt bellidir:
Takımın sahadaki futbolunu görmek isterim. Sahadaki futbol bize çok şey anlatır. Teknik adamın takımla uyumu, oyuncu tercihleri, teknik heyetin yönetimle bütünleşme düzeyi bunun uzantısı, yansımasıdır temelde. Şimdi de sabırla “sahadaki futbolu” bekleyeceğim Beşiktaş için. Samet Aybaba’nın teknik-taktik anlayışını, genel tutumunu, taraftarla ilişkisini de sahadaki futbolu gördükten sonra mercek altına alacağım ancak. Bir de yönetime daha önceki çağrımı tekrarlamakla yetineceğim şu sıralar: Taraftarın duyarlık ve taleplerine kulak vermek yetmez, asıl iş bu duyarlık ve talepleri ortaya çıkaran “sebepler” üzerine daha çok düşünmekte. Bunu ısrarla yapın ki sonuçta Beşiktaş kazansın.