Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışan, DAAD ödülü kazanan Aşura’nın yönetmeni Köken Ergun, filmini ve Caferi cemaatini anlattı.
KÖKEN Ergun, 63. Berlin Film Festivali’nde Aşura adlı kısa filmiyle Altın Ayı için yarıştı, DAAD (Alman Akademik Değişim Servisi) ödülüne değer görüldü. İstanbul Caferi Cemaati’nin Aşura töreninde Kerbela faciasını canlandırdıkları oyunun provalarıyla başlayan bu film, camide hüngür hüngür ağlayan erkeklerin dokunaklı görüntüleriyle sona eriyor. Bayrak adlı kısa filmiyle 2004 yılında Rotterdam Film Festivali’nde ödül kazanan Köken Ergun, sanatın birden fazla dalında çalışan çok yönlü bir sanatçı.
Berlin’de doktorasını yapmakta olan Köken Ergun’ün Aşura’sı Berlin Film Festivali seçicilerin ilk izleyişte beğendiği, ısrarla istediği bir film oldu. Festivalde konuştuğumuz Ergun, Caferi Cemaati’nin gizlenmek değil bilinmek istediğini anlatıyor. “Caferi Cemaati için Berlinale’de gösterilmesi büyük bir prestij. Kim beğenecekten çok, onlar nasıl mutlu olurlar diye bakıyorum. Bilinmek, tanınmak istiyorlar. Biz zannediyoruz ki onlar kendilerini kapıyorlar, gizliyorlar oysa normalleşme sürecini özlüyorlar. Hazreti Ömer’in çok güzel bir sözünü söyledi bana Caferiler ‘İnsan bilmediğinin düşmanıdır’. Bunu Jean Paul Sartre da söyledi başka şekilde. Gösterimden sonra birçok Alman izleyici bana gelip başka zaman olsa korkacakları bir topluluğun normal insanlar olduklarını gösterdiğim için teşekkür etti. Burası seküler bir cemiyet, dini gruplar onları tedirgin ediyor. Türk izleyici de farklı değil, Caferiler bilinmeyen bir grup olduğu için...”
Bilinmeyeni göstermek Köken Ergun’un bütün işlerinde odaklandığı mesele. “Düğün için de Almanya’da benzer tepkiler alıyorum, Türklerin ve Kürtlerin varlığından herkes haberdar elbette ama çok içlerine girmemişler, düğünlerdeki samimi ortamı görünce gözleri açılıyor. Benim yapmak istediğim de bu: Steril hayat yaşayan insanlara alışılmışın dışında hayatlar olduğunu göstermek.”
İÇGÜDÜLERE GÜVENİYORUM
Bunu yaparken de forma ve estetiğe özen gösteriyor elbette. Aşura’nın görüntüleri, kurgusu ve sesi özellikle çarpıcı. Çekim ise Köken Ergun’un içgüdülerine göre davrandığı bir süreç... “İçgüdülere çok güveniyorum ben, planlı programlı çekim yapmaktansa içgüdülerime göre davranıyorum. Film yapmama nedenlerimden birisi de uzun metrajlı filmin çok planlı olma zorunluluğu... Tek başına çalışamıyorsun, birçok kişiyle çalışıyorsun, belirli programlar var, senaryo oluyor genellikle, bir plana göre çekiliyor... Oysa benim gözüm ne gördüyse kameram onu çekiyor. Hatta bazen gereğinden fazla materyalim oluyor. Örneğin ben bir hafta boyunca tek kamera çekmiştim, Aşura günü üç kamera daha geldi! Emre Erkmen, Yoel Meranda, Basut Özyüksel. En büyük karar aşaması şu oldu: Ben Aşura’yı bir sene önce gözlemlemeye gittim. Zeynebiye Meydanı’nda binlerce kişinin katıldığı tiyatroda beni ilk cezbeden playback kullanılması oldu. Oyuncuların sesleri hoparlörden geliyor, ellerini kollarını oynatıyorlar. Benim gibi tiyatrodan gelen ve tiyatroyla sorunu olan biri için harika, cennette gibi hissettim kendimi. Tamamen yapıbozumcu! Bazıları için kitsch (Var olan bir tarzın kötü bir kopyası) bazıları için beceriksizlik gibi de görünebilecek şey benim gözümde başyapıt haline geldi. Amatör oyuncular, mahallenin bakkalı, terzisi, fırıncısı önemli kişileri oynuyorlar, Hazreti Hüseyin oluyor, Hazreti Zeynep oluyor. Bir çeşit Antik Yunan gibi orada maske vardı... Daha fazla insan geldiği için seslerini duyurmaya çalışıyor, hoparlöre ihtiyaç duyuyorlar. Eskiden televizyondaki gibi mikrofonu elden ele dolaştırırlarmış. Şimdi oyunculara okutuyorlar metni. Oyuncular da ağızlarını, vücutlarını oynatıyor.”
Ergun önce tiyatro üzerine bir iş yapmayı planladı, sonra ritüele odaklandı: “Benim tek sevdiğim tiyatro, Antik Yunan tiyatrosu. Sol taraf kötülerin kapısı, sağ taraftan iyiler giriyor ve yedi kişilik yaşlılar korosu vardı o sene, herkese Aşura’nın ne olduğunu anlatıyordu. Ağlamalar orada da oluyordu. Ertesi gün onları aradım, çok etkilendim, sizinle tanışmak istiyorum dedim. O sıralar Filistin’e çok gidip geliyordum, etkilendiler. Kahvede oturduk, beni kabul ettiler. Çok kapalı bir mahalle, sadece Caferiler yaşıyor. On dakika yalnız yürürken fark ettim bana bakıldığını, kahveye oturup elimi sıkmalarından itibaren o yabancılık kalktı ve bir daha ne zaman adım atsam kimse bana bakmadı. Oyunun DVD’lerini verdiler, Türkiye’deki Caferilere göndermek için yapıyorlar. Kamera vinçleriyle falan çekim yapı montajlıyorlar. Evde DVD’leri izleyince hem yapılan işten etkilendim hem de iyi yapılmadığını fark ettim, çünkü tiyatro metnini takip etmiyordu çekimi yapanlar. Hazreti Hüseyin’in konuştuğu sahnede kamera ekstraları çekmiş. Daha iyi yapabiliriz, dedim. Size geleyim, kendi arkadaşlarımla, bütün kopyalarını verelim. Muharrem’in 13’ncü gününden bir ay önce başlıyorlar provalara. Önce kamerasız gittim camideki provalara, Köken Hoca oldum çıktım! Sonra kamera götürdüm. Öyle sıcak ortamlar oldu, kendimi öyle iyi hissettim ki! Filmin oradan çıkacağını anladım.”
Ergun, Aşura gününden görüntü kullanmaktan özellikle imtina etti; onun yerine Caferilerin esas yönünü göstermek istedi. Kurduğu yakın ilişki sayesinde filmin en can alıcı yönünü görüntüleyebildi. Caferi Cemaati’nin gözyaşları İstanbul’un Zeynebiye Mahallesi’nden 63. Berlinale’ye oradan sinema dünyasına ulaştı ve izleyebilen herkese dokundu.