Türkiye, ağır bedeller ödeyerek öğreniyor ve yoluna devam ediyor. Bu yaşadığımızın sıradan bir iş kazası olmadığını, bu ülkenin biriktirdiği, yaptığı tüm yanlışların feci bir maden kazası olarak yüzümüze çarptığını gördük. Cuma günü de yazdım ancak, tekrar olmasını göze alarak, Somalı işçi kardeşlerimizin hayatları pahasına bize bıraktığı aydınlık yolu yeniden yazacağım.
Öncelikle Soma Holding’in cuma günü yaptığı basın toplantısının, benim cuma günü yazdığım bütün tezleri doğruladığını söyleyeceğim. Şunu yazmıştım; Türkiye, büyümesini sağlayan temel stratejik sektörlerde, kamu mülkiyetini özelleştirmelerle özel tekellere devrederken, eski, vesayetçi, yağmacı düzenin kurallarını işletmiştir. Yani kamunun stratejik kurumları, ülkenin yer altı ve yer üstü kaynakları, Anayasa bile çiğnenerek özelleştirme adı altında yağmalanmıştır.
Son örnekte de gördük ki, kamu tekelinden çıkan stratejik işletmeler, bunları hiçbir şekilde işletemeyecek, lümpen, mafyöz gruplara, ailelere verilmiştir.
Şimdi cuma günü yapılan basın toplantısının, hiçbir şeyi açıklamadığı, bir kargaşa olduğu yazılıp, söyleniyor. Ben tam aksini düşünüyorum; bu basın toplantısı, herşeyi açıklayacak kadar nettir.
Şirket yetkililerinin söyledikleri ve tavırları, tam da facianın temel nedenini, çok açık olarak, anlatıyor. Basın toplantısında şirket yetkililerinin paçalarından akan insanlık dışı laubalilikle birlikte, insanı hiçe sayan, masonik bir kültürün sefil izdüşümleri bize çok şeyi anlattı aslında... Holding patronunun devam edeceğini yüzsüzce söylemesi işte bu masonik, lümpen kültürün en belirgin özelliğidir.
Devletçi-komprador oligarşi
Çok klasik bir tespittir; Türkiye’de milli burjuvazi yok tespiti; evet şimdiye kadar doğruydu ve Türkiye’de, ne yazık ki, 2009’a kadar olan süreçte hakim olan komprador-devletçi bir gelenekten beslenen oligarşinin çizdiği rota idi.
Ancak 2008’de AK Parti’nin kapatma davasını atlatması ve Başbakan’ın IMF ile anlaşmayı reddedip, GAP Eylem Planı’nı başlatması şüphesiz bu oligarşiye bir meydan okumaydı ve zaten bu tarihten itibaren Başbakan’a yönelik darbe ve suikast zincirini çok net görürüz. Bunlar işe yaramayınca içte ve dışta, her şeyi kullanan ve bir iç savaşa varacak tüm planlar şu saate kadar devreye girmiştir. Peki neden; tam da şunun için, Türkiye’de 2008’e kadar hakim olan oligarşinin, ısrarla sürdürmeye çalıştığı ve ‘ burada değişiklik yaparsanız bizim kârlarımız düşer, ekonomi batar’ diye Başbakan ve çevresini dolayısıyla Türkiye’yi tehdit ettiği iki önemli mesele vardı: Birincisi yağmacı özelleştirmeye bağlı taşeronlaştırma zinciri sürsün, ikincisi ise iş güvenliği ve çevre yatırımları konusunda sanayi işletmelerine fiziki ve beşeri sermaye maliyeti yüklemeyin... Yani şimdi Çalışma Bakanlığı’nın raflarında olan ve önemli yaptırımlar içeren ‘iş güvenliği’ yasasını çıkarmayın ayrıca özelleştirmeler, bizim inisiyatifimizde eskisi gibi devam etsin baskısı, bu hükümetin üzerinde demoklesin kılıcı gibi hep sallanmıştır. Ancak hükümet, bu durumun sürdürülebilir olmadığı anlayıp, özellikle Başbakan’ın inisiyatifiyle, 2010’dan itibaren buraya yüklenince, hem içeride hem de dışarıda, bildiğiniz linç kampanyası ve 17 Aralık’a kadar varan süreç başladı.
Kurtlar sofrası; Soma gerçeği...
Şimdi size oligarşinin köşe başlarını nasıl tutttuğunu ve özelleştirme, taşeronlaştırma sürecini nasıl yürüttüğünü Soma örneğinden yola çıkarak anlatacağım.
Soma’daki maden kârlı ancak işletme açısından çok riskli bir alandı. Kazanın temel nedeni olduğu söylenen kömür kızışması ve karbonmonoksit açığa çıkması riski çok yüksek olduğu için, ihaleyi kazanan grup, bilinen ve medya yatırımları olan bir grup olduğu için, bu işi yürütmeyi göze alamadı. Çünkü işletmenin kâr edebilmesi için kaza riskini göze alınması gerekiyordu ki bu, ortada olan, kimi zaman tartışılan bir grubun işi değildi. Bu riski tespit eden grup, hemen kendisine önerilen Soma Holding grubu ile anlaştı. Peki hem madenci hem medyacı olan ve ihaleyi alan grup, Soma Holding’i nasıl buldu; işte bu soru oligarşinin işleyiş mekanizması anlatıyor...
Bu alışveriş -bence- şöyle oluyor; ihaleyi alan, işletici ve bunların arkasındaki oligark yapı aslında bir bütün ve tekel oluşturacak stratejik sektör paylaşımları büyük ihtimalle tek bir merkezden idare ediliyor... Gruplar, tekel oluşturacak kamu ihalelerine ya açıktan konsorsiyum oluşturak ya da örtülü konsorsiyumlarla önceden anlaşarak katılıyorlardı. Büyük bir ihtimalle bu kazaya neden olacak kadar riskli çalışmayı göze alacak grup, işe aç, çok borçlu ve gözden uzak olduğu için oligarşi tarafından seçildi ve bu ihale kendisine devredildi.
Kesinlikle yalnız değiller...
Ben bu grubun yalnız olduğunu sanmıyorum. Soma Holdig’in maden dışındaki bütün yatırımları, yurt dışı para bağlantıları, menkul aktifleri, gayrimenkul yatırımları, döviz trafiği, aile fertlerinin servetleri ve edinimleri araştırılmalıdır; bu araştırma sonucunda çok ilginç bağlantılar elde edileceğinden eminim. Soma’daki strateji şuydu; bir kaza bu şartlarda mutlaka olacak; bu kazaya kadar en yüksek kârlılıkla madeni çalıştırıp, başka alanlara sermaye ihraç etmek... Nitekim bu yapılmıştır, İstanbul’daki gökdelen bunun en somut örneğidir.
Türkiye’de devletçi-komprador oligarşinin belkemiğinde en çok 5 ila 10 aile otururur. Şu anda bildiğiniz geleneksel ana akım medya da bunların elindedir. Ve Türkiye’de özelleştirme sürecinde, başta madenler olmak üzere, Türkiye’nin tüm birikimleri, işletmeleri, değerleri bu oligarşinin denetimi dışında hiçbir şekilde değerlendirilmemiştir.
Hemen ne yapmalı?
Peki şimdi ne yapılmalıdır; cuma günü de yazdım; hükümet, özellikle de Başbakan, bu yapıya karşı, belirlediği yolda ısrarla devam etmelidir.
Gündemde olan taşeronlaştırmayı önleyen yasa, yüksek yaptırımlarla örülü İş Güvenliği Yasası, Türkiye’de yeni bir sendikal anlayışı gündeme getirecek reformlar hemen devreye sokulmalıdır. Uluslararası anlaşmalar hemen imzalanmalı ve gereği yapılmalıdır. Orta vadede de yanlış özelleştirme süreci ile kamu tekellerinden özel tekellere -yani devletçi komprador oligarşiye devredilen Türkiye’nin varlıkları ve stratejik işletmeleri, madenleri, ulaştırma ağları yeniden doğrudan halka arz edilmek üzere, Türkiye’nin bağımsız denetleme kurumlarına devredilmelidir. İlk önce yetkilerini -tam- kullanan, halkın seçtiği bir Cumhurbaşkanı ve daha sonra yeni Anayasa ile birlikte Başkanlık sistemi, demokratikleşme, ekonomik refah ve çözüm süreci -bölgesel barış- konusunda şimdilik yegane adım ve stratejidir.