Otuz günlük konferans programım için Amerika’yı arşınlama devam ediyorum. Buraya, yani Fransız kültürü, caz müziği ve büyücüleri ile ünlü New Orleans’a ise Houston’dan kara yolu ile geldim.
Dört saat süren yolculuğunun aklımda bıraktığı önemli izlerden biri, bizzat “yol”un kendisi idi. Türkiye standartlarıyla bakıldığında Amerika’nın epey ücra bir köşesi sayılabilecek bu uzun karayolu, gördüğüm en iyi “duble yollar”dandı. Orman, nehir, göl, dağ, bataklık demeden önündeki tüm engelleri aşarak dümdüz gidiyordu.
Bu, bir örnek. Amerika’yı gezenler bilir; bu ülkenin dört bir yanında çok muntazam ve geniş otobanlar vardır. Biraz tarih okuyunca da bu otobanların Amerikan ekonomisine nasıl muazzam bir sıçrama yaptırdığını görürsünüz. Eisenhower döneminde kurulan otoban ağı, nakliyeyi kolay ve hızlı hale getirdiği için ticareti patlamış, ülke çapına yayılan büyük zincirler ve dev şirketleri doğurmuştur. Bir sonraki aşama ise bu zincirlerin dünyaya yayılmasıdır.
Kısacası, otoyollar, bir ülkenin ekonomik kalkınmasının can damarıdır. Dahası insanlara sağlık, eğitim, hizmet götürmenin, onları köylerinden, mahallelerinden çıkarıp dünyaya açmanın anahtarıdır. Başbakan Erdoğan’ın isabetle söylediği gibi, “yol, medeniyettir.”
‘Rant’ ve onun düşmanları
İyi de, bu ilkokul seviyesindeki bariz gerçeği ben niçin mi oturup ciddi ciddi anlatıyorum?
Türk solunun önemli bir kısmı bu gerçeği ısrarla görmez de ondan. Aksine, sağ iktidarların inşa ettiği ne kadar yol, köprü, baraj varsa yarım asırdır hep karşı çıkarlar.
Peki niçin karşıdırlar kalkınmaya? Anlayan beri gelsin... Ama dillerinden düşmeyen bir laf varsa “rant”tır. Yani, ülke kalkındığında, duble yollarla örüldüğünde, birileri para kazanmış olacaktır bu işten.
İyi de bu niçin kötü bir şeydir, iş yapanlar bunun karşılığında niçin kâr etmesin; cevabı gelmez bu soruların. Dahası, bu “rantçılık” suçlaması niçin hep sağ iktidarlara yönelir de öteki tarafa dokunmaz? Mesela Tek Parti döneminde kimler nasıl zenginleşmiş, “şapka devrimi” gibi lüzumsuz işler nasıl “rant” yaratmıştır? Orası hiç kurcalanmaz.
Gezi’den ODTÜ’ye
Türk solunun bu müzmin kalkınma düşmanlığı, son dönemde yeni bir motivasyon buldu kendine: Ağaç saplantısı. Önce Gezi’de, şimdi ODTÜ’de.
Önce şunu belirteyim: İnsanlar ağaçlara tapıyor bile olabilirler; bunda tamamen özgürdürler. İstedikleri gibi barışçıl gösteri ve protesto hakkına da sahiptirler. Bu hakları çiğnendiği zaman ise yanlarında olurum. Oldum da zaten.
Öte yandan, ben de ağaçları severim, dünyada ve şehirlerimizde daha çok ağaç isterim. İstanbul’un büyük açıklarından birinin parksızlık olduğuna da kaniyim. Fakat, yol, köprü gibi ekonomik getirisi ortada olan projelere, sırf mecburen kesilecek ağaçlar adına karşı çıkmam. Hele de sökülenlerin yerine başka yerde yenileri dikilecekse.
Belki hatırlamak gerek ki, bugün dünyada yılda ortalama 12 milyar ağaç kesiliyor. Bunun sorumlusu da, hayatımızın dört bir alanında ahşap ve kağıt kullanan bizleriz. Okuduğunuz matbu her şeyin ana malzemesi, kesilmiş ağaçlardan elde edilen selüloz. Solcu gazete, dergi ve kitaplar da, havaya değil, kağıda basılıyor. Yani ölü ağaçlara...
Mesele, harcanan bunca ağacın yerine sürekli yenilerini dikmek ki, kapitalist Batı’daki büyük “ağaç çiftlikleri”nde yapılan da bu. Bir de tabi geri dönüşüme ağırlık vermek.
Realite bu iken ODTÜ’deki “ağaç katliamı”na karşı eyleme çıkanlar pek gözümü yaşartmıyor benim. Hele de, aralarından bazıları, Suriye’deki “insan katliamı” karşısında ne zamandır oralı bile olmazken...
Sonsöz: Türkiye’yi imar etme gayretinin son nişanesi olan muazzam Marmaray da hepimize hayırlı olsun.