Ben bu sütunda Esad Rejimi’nin yakında devrileceği kehânetinde hiç bulunmadım.
Çünki iki husûsu biliyordum:
Sûriye’de subay kadrolarının, bâzı istisnâlar hâriç, iktidâra sâdık olduğunu, bir, ve yine halk arasında geniş bir kesimin rejimden şikâyetçi olmadığını, iki.
Aralarında generaller ve albaylar dahî bulunsa birkaç düzine subayın Türkiye’ye sığınması bence bizleri yanıltmamalı. Sûriye Silahlı Kuvvetleri “işler” durumda. Vurulan Türk uçağı bunun ipuçlarından sâdece bir tânesi. Şimdiye kadar sızan haberler ordu içinde herhangi bir kaynaşmanın vâkî olmadığı yolunda.
Halkın demokrasi özlemiyle yanıp tutuşduğunu sanmak da yanlış olur. Evet, karışık ve çok katmanlı bir yapıya sâhib bulunan Sûriye halkı içinde demokratik bir düzen isteyenlerin sayısı pek az sayılmaz ama hallerinden memnûn olanların sayısı da öyle. Baba Esad kendi dikta yönetimi sırası ülkede azımsanamayacak bir kitlenin ekonomik rahata kavuşmasını da sağladı ve Oğul Esad, mâlî kaynakları adamakıllı kurutmasına ve meselâ Merkez Bankası döviz rezervini 20 milyardan on milyara düşürmesine rağmen aynı yoldan pek ayrılmadı.
Bâzı şehir ve bölgelerde baş gösteren silahlı direniş hareketlerini hafife alamayız ama bunlara bakarak Esad ve avenesinin tez zamanda gidici olduğu sonucunu çıkarmamız da, yine bence, fazla iyimserlik olur.
Mâmâfih bütün bunlar, Esad’ın, kendi geleceğinden tam anlamıyla emîn olduğunu da göstermez. Nitekim ben bu uçak düşürme olayının dikkatleri bir dış krize çevirerek içeride biraz rahat nefes alma operasyonu olabileceği ihtimâlini önemsiyorum. Çünki Şam Hükûmeti Türkiye’nin bu küstahça tecâvüze savaşla karşılık vermeyeceğini, zîrâ veremeyeceğini hesablamakdan âciz değildir.
Böylece kendi halkına karşı “Türkiye’ye posta koyan Adam” pozuna girdi şimdi.
Türkiye’nin neden savaşamayacağına gelince bunu, büyük devletlerin buna müsaade etmeyecekleri gerekçesiyle îzâh etmek bence hem eksik hem yanıltıcı olur. Büyük devletler buna müsaade etmemek için elbet ellerinden geleni ardlarına koymazlar ama Türkiye eğer yıllardır böbürlene böbürlene ileri sürdüğü üzere “sâhici” bir büyük devlet olsa bu gayretleri zerre kadar iplemeyeceği de apâşikâredir.
Kaldı ki burada şimşek gibi bir karşılık vermek için büyük devlet olmaya da gerek yokdur.
Tecâvüze uğrayanın bir Türkiye değil de bir İsrâil olduğunu ve bunun nasıl tepki göreceğini tasavvur edebiliyor musunuz?
Devletler Hukuku’nda buna “mukaabele bilmisil” denir, aynıyla mukaabele, misilleme. Bâzen yanlış olarak “mukabele-i bilmisil” yazanlar da var ama siz onlara uymayınız!
Peki, NATO’nun ikinci ve dünyânın sekizinci büyük (kalabalık!) ordusuna sâhib olan Türkiye, dört gündür ortalığı velveleye veren savaş çığırtkanlarına rağmen, niçin Sûriye gibi “alt tarafı dünki vilâyetimiz” olan bir ülkenin ordusu karşısında (kanaatimce!) problemli vaziyete düşer?
Türk Silahlı Kuvvetleri 27 Mayıs 1960’dan bu yana “hasta”dır da ondan!
İstisnâları elbet ve bütün kalbimle tenzîh ederim ama bir subay kadrosu düşününüz ki 52 senedir aklı fikri politikada, hem de en zorbaca türünden darbe ve cunta politikasında olsun! E, siz onların yerinde olsanız Türkiye’yi “kurtarmak” yerine hergün gidip karargâhda kışlada o “banal” askeriye işleriyle uğraşmaya “tenezzül” eder misiniz?
Kıbrıs Harekâtı’nı hatırlayalım!
O sırada kendi uçaklarımızın kendi muhribimizi “başarıyla” batırdığını ve çıkarma birliklerimizin “ikibuçuk Rum kopili” (Tâbir benim değildir!) ile uğraşırken adamakıllı “ciddî” problemlerle yüzyüze geldiğini unutmamız kolay olmasa gerek!
Silah ve donanımın birinci sınıf olması da işe yaramaz.
Vietnam’da Amerikalıların elindekiler de aliyyülâlâ idi!
Ben, içim kan ağlayarak da olsa, bunları yazmağa kendimi mecbur hissediyorum, zîrâ mâlûm, mahallenin Doğrucubaşısıyız! Bu kadar riyâkârlığa tahammül edemiyorum!
Bağlayacak olursak ben nâçizane, öyle yüksekden atıp tutmaya başlamadan önce “MâviMarmara” rezâletini aklımızdan çıkarmamamızı tavsiye ederim.
İki senedir tarziye bekliyoruz!
Bu yazdıklarımın bir savaş kışkırtıcılığı olmadığını belirtmeye de özel önem atfediyorum. Türkiye’nin bu nevi haddini bilmezlikler karşısında savaşmakdan çekinmeyecek bir devlet olduğu “söylentisi” yaygın olsaydı zâten kimse böyle bir edebsizliğe cür’et edemezdi!
Hazır “devlet” demişken:
Bir de “kabîle devleti değiliz” lakırdısı var ki bayılıyorum!
Efendim, kabîle devleti olmadığımız için Sûriye’yi vurmuyormuşuz!
Yâhû, daha iyi ya! Kabîle devleti olsan zâten karşılık vermeğe ne cesâretin yeter ne teknik imkânların!
Kabîle devleti bir yana, büyük devletden de vazgeçdim, acabâ devlet miyiz değil miyiz ona bir karar verebilsek!
“Sâkinlik” ile “miskinlik” farklı şeylerdir!