17 Aralık 2013 tarihini izleyen ilk birkaç gün içinde ne olup bittiğini tam olarak anlayamayan veya ortaya çıkan tuhaf tablodan dolayı kafası karışanlar oldu. Ama bugün geldiğimiz noktada görüntü iyice net.
Bugün devlet içinde örgütlenmiş bir yapı tarafından “yolsuzluk operasyonu yapıyoruz” diye bir darbe girişimi sahneye konulmak istendiğini göremeyen çok az kişi var. Bunlara da göremeyen değil görmeyen demek daha uygun olur. Zira görmek istemedikleri için görmüyorlar bu net tabloyu.
Mesela muhalefet partileri “böyle fırsat önümüze kırk yılda bir gelir” diye düşünerek meselenin hükümeti yıpratması beklenen tarafına bakma eğilimindeler. Biraz da haklılar. Çünkü Türkiye’de siyaset böyle yapılıyor. “Rakip parti yıpransın, onun yıpranmasından da bize bir kırıntı düşerse onunla idare ederiz” düşüncesi sadece bugünkü siyasi partilerin bakış açısı değil. Eskiden beri siyaset böyle maliyetsiz, donanım ve yenilik gerektirmeyen ucuz bir tarzda yapılıyor. “Ben halkın karşısına bir fikirle, bir vizyonla çıkayım, bana oy verecek insanlar benim hazırlığımı, donanımımı görerek bana yönelsin” diye bir düşünce lüks geliyor bizim siyaset esnafına.
Dolayısıyla bu memleketin namuslu aydınları “Tayyip Erdoğan’dan veya AK Parti’den sorulacak hesap varsa onu bilahare sorarız ama bugün siyasetin ve demokratik devlet düzeninin yanında saf tutmalıyız” tavrını benimseyecek bir siyasi olgunluk neredeyse muhalefet cephesinin hiçbir köşesinde yankı bulabilecek gibi görünmüyor.
Aslında bugüne kadar AK Parti’yi büyüten de bu olmadı mı? Kapatma davaları karşısında ellerini ovuşturdular ama neticede bu partinin oyları arttı.Muhtıralara ses çıkarmadılar, bu partinin oyları arttı.Bu muhalefet tarzı sayesinde aslında siyasetin doğal sonuçlarından biri olan “iktidar yıpranması”nın izi bile ortaya çıkmadı. Tam aksine AK Parti’nin oyları her seçimde daha da arttı. Kendileri ise yerlerinde saymaya devam ettiler. Hatta Cumhurbaşkanını Meclis çoğunluğu seçmesin diye icat edilen 367 kepazeliğine destek veren bazı partiler silinip gittiler.
Bu bakımdan “AK parti yıpransın da bize de birkaç puan bir oy artışı düşsün” diye bekleyenlerin umduklarının gerçekleşmemem ihtimali daha yüksek görünüyor. Yarın öbür gün demedi demesinler!
Bir de yüzde birler, ikiler bandında oy alan siyasi partilerimiz var ki onlar da “cemaatin oyları bize kanalize olur da oy oranımızı iki katına çıkarabilir miyiz” hesabı yapıyorlar. Onların durumu daha da vahim. Çünkü bir defa cemaatin öyle ciddiye alınacak bir toplumsal tabanı ve dolayısıyla oy deposuna sahip olmadığını görmek lazım. Cemaat gücünü devlet kurumlarındaki kadrolaşmasından ve başarılı örgütlenmesinden alıyor. Sayısal anlamda bir kıymet-i harbiyesi yok. Ulaşabildiği insanların tamamını belirli bir oy verme davranışına yöneltebileceğini düşünmek de cemaatin yapısal özelliklerini anlamamış olmaktan kaynaklanıyor.
İkincisi, bahsettiğimiz partiler kitle partisi değil, misyon ve fikir partileri olarak konumlanmış durumdalar. Ama bugünkü yöneticileri bunun farkında değilmiş gibi görünüyorlar. Özellikle Saadet Partisi ile Büyük Birlik Partisi’nden söz ediyorum. Elbette temsil ettikleri misyon ve fikir çizgisi adına Mecliste bulunmaları da gereken partiler bunlar. Ama bugünkü şartlarda bu mümkün değil ve bana sorarsanız bunun hayalini kurmak da akıllıca değil.
Daha da önemlisi, böyle bir partinin oylarını bir iki puan yükseltmek için temsilcisi olduğu misyondan vaz geçmesi akıllıca bir alışveriş değil.
Yüzde biri yüzde iki yapmak ümidiyle kendi saygın duruşunuzla birlikte Türkiye’nin geleceğinden de vazgeçmeyi kimselere anlatamazsınız. En başta kendi tabanınıza anlatamazsınız.
Yarın sel suları çekilecek, kum kalacak. İnsanların yüzüne bakacak durumda kalmak da lazım.