Bu yazı (eski bir yazımdan alıntılar içermektedir), darbe yapan generallere saygıda kusur etmeyen, ama Meclis’in emrinde olduğunu söyleyen generaller söz konusu olunca aslan kesilen “şerefsiz” taifesine gelsin!
Henüz 2000’li yılların başı...
Harp Akademileri’ndeki ünlü “Yaşar Büyükanıt söylevi”, dar ideolojik çevrelerde büyük yankı yaratmıştı.
Genelkurmay Başkanlığına kesin gözüyle bakılan bu “delişmen paşa” neler de söylüyordu böyle?
Küresellik olgusuna dümdüz gidiyordu.
Uyum yasalarını eleştiriyor, örtük cümlelerle “AB sürecine” verip veriştiriyordu.
Dahası, iktidar partisine karşı mesafeliydi ve kurduğu her cümlenin içine özenle “irtica” sözcüğünü yerleştiriyordu.
İlk bakışta “okuyan bir asker” izlenimi ediniyordunuz.
Halefi olacak İlker Başbuğ Paşa gibi, “Habermas’tan haberdar” bir görüntü vermiyordu ama siyaset bilimi terminolojisine ait bazı kavramları rahatlıkla telaffuz ediyordu.
Ödünsüzdü...
Hükümetin yapıp ettiklerine karşı görece sert bir duruş sergiliyordu. Üstelik, tavrı ve yüz hatları da sertti. En azından “öyle olduğu” düşünülüyordu ve bu durum “fısıltı gazetesi” aracılığıyla duyurulması gereken yerlere duyuruluyordu.
Beklenti şuydu:
Paşa gelecek, akim kalmış darbe girişimlerinin bir ucundan tutup tamama erdirecekti...
Kamuoyu henüz “Sarkız”, “Ayışığı”, “Yakamoz”, “Eldiven” diye kodlandırılan darbe girişimlerinden haberdar değildi ama cihet-i askeriyede bir şeylerin döndüğü hissediliyordu.
Ne oldu, biliyor musunuz?
Paşa geldi ama beklentileri boşa çıkardı.
Darbe yapmadı.
Darbe yapmadığı gibi, darbeci klikle de arasına mesafe koydu.
Emekli olduğunda arkasından söylenen ilk söz şuydu: “Büyükanıt’tı, küçük anıt oldu...”
Büyükanıt’ın selefi pozisyonunda bulunan Orgeneral Hilmi Özkök de küfürlerden nasibini almıştı.
Çünkü, “Sivil demokrasilerde asker parlamentonun emrindedir” diyordu.
Bununla da yetinmiyor, sürekli “hukuk” ve “hukuk devleti güvencelerini” hatırlatıyordu.
Sonradan öğrendik: Görev dönemi içinde darbe cuntalarıyla sürekli “niza” halinde olmuş, onların hiçbir görüşme talebini kabul etmemiş, bütün darbe girişimlerine (yetkisini ve hiyerarşideki yerini kullanarak) engel olmuş... Başına bir iş gelmesin diye de karavanadan yememiş, dört yıl boyunca “sefer tası” taşımış.
Eski bir örnek:
Doğan Güreş de gadredilen generaller arasındaydı. “Asker elbette siyasetçinin emrindedir... Başbakan Tansu Hanım tak diye emreder, ben şak diye yaparım...” dediği ve darbe gibi çağdışı işlere tevessül etmediği için, adını “Tak Şak Paşa”ya çıkarmışlardı.
Medyanın “amiral gemisi” olacak “sivil gazete” ise (Aydın Doğan’ın Hürriyet’i) daha da ileri gitmiş, fotomontaj yoluyla Tansu Çiller’in eteğini giydirmişti.
Doğan Güreş’i mi aşağılamışlardı, eteğin kendisini mi aşağılamışlardı, Tansu Çiller’i mi aşağılamışlardı bilinmez ama nerden bakarsanız bakın bu gazetemizin gözünde “etekli olmak” aşağılanma nedeniydi.
En yakın örnek Necdet Özel.
Orgeneral Necdet Özel de, darbe gibi kötü işlere tevessül etmemiş, yasaların çizdiği sınırların dışına çıkmamıştı. Meşruiyet yanlısı bu tutumu, “küfür” olarak dönmüştü. Mesela, darbeci generallere toz kondurmamakla ünlü Fatih Altaylı diye bir tabansız çıkmış, Paşa’ya hediye edilen bir kilimden mülhem, “Al o kilimi de...” diye başlayan terbiyesizce bir yazı yazmıştı. (Çevik Bir, Erol Özkasnak ve Çetin Doğan gibilerin karşısında nezaketten kırılan bir zattır bu.)
Cumhuriyet tarihinin en çok küfredilen, en çok istiskale uğrayan üç Genelkurmay Başkanı...
Üçünün suçu da aynı:
Darbe yapmamış yahut darbecileri engellemiş olmak.
Bu üçlüye, Orgeneral Hulusi Akar eklendi.
Hulusi Akar’ın suçu da aynı:
Darbe yapmaması, yasaların çizdiği sınırlar içinde kalması ve terörle mücadelede hükümetin yanında yer alması. (Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin yanında yer almak suçmuş gibi...)
Bu yüzden eleştiriliyor.
Bu yüzden, en seviyesiz, en alçak, en aşağılık küfürlere muhatap ediliyor.
Son söyleyeceğim sözü başlığa çıkarmıştım:
Siz önce Hulusi Akar’ın tırnağı olun!