Sahi, ben hatırlamıyorum. Hatırlayanınız var mı? Başörtülü üniversite öğrencilerinin slogan atmak, ele ele tutuşarak yürümek ya da sessizce okulları önünde nöbet tutmak dışında şiddet içermek şöyle dursun taşkınlık dahi yapmadıkları ama yine de polis tarafından coplanmaktan, örtülerinden soyundurulmaktan, gözaltına alınmaktan kurtulamadıkları 28 Şubat’ın karanlık günlerinde “toplumun çok kutuplaştığı, gerildiği” şeklinde bir gündemimiz var mıydı?
Hürriyet gazetesi misal, böyle yayınlar mı yapıyordu yoksa yasağı desteklemek adına elinden geleni ardına mı koymuyordu?
Aydın Doğan’ın yazarlarından, televizyoncularından “başörtüsü yasağı toplumsal barışı tehlikeye atmaktadır, toplum giderek tehlikeli bir kutuplaşma içine çekilmektedir” şeklinde bir yaklaşım ortaya koyan oldu mu?
Başörtülü bir kadın doktorun erkek hastasına bakmadığı yalanı Hürriyet gazetesinin sayfalarını süslüyordu da böbrek hastası Medine Bircan’dan diyaliz tedavisi için başı açık fotoğraf istenmesi tek sütuna haber dahi olmuyordu.
Üç maymunu oynayınca sorunlar buharlaşıyor, böylece kimse kutuplaşmıyordu!
Muktedirlerin keyfini kaçıracak bir toplumsal muhalefet gelişmiyordu, en fazla Amerikan ve İsrail bayrağı yakılan Cuma eylemleri yapılıyordu.
“Tekbir! Allahu ekber” diyorduk ama kimseyi germiyorduk, sesimiz gök kubbede yankılanıyordu da Hürriyet olsun Sabah olsun sesimize ses olmuyordu.
Kutuplaşmanın olmadığı, toplumun gerilmediği güzel günlerdi vesselam!
Emin Çölaşanların, Bekir Coşkunların Hürriyet’te yaşadığı günlerdi.
Çevik Bir’e “28 Şubat depreminde rejimi yıkıntının altından sağ çıkartan, siyasetin AKUT’u, Batı Çalışma Grubu’nun Nasuh Mahruki’si...” muamelesi yapıldığı günlerdi.
Onbinlerce gözü yaşı başörtülü kızın derdiyle toplumu germenin alemi yoktu!
***
Peki, ana sütü gibi helal olan anadillerini konuşamayan Kürtlerin derdi, gördükleri zulüm toplumda bir kutuplaşmaya yol açıyor muydu?
Tabii ki hayır!
Medya yine üç maymunu oynuyordu, Kürtleri PKK’dan ayırt etme zahmetine bile katlanılmadığı günlerdi. Kürtler çoğu zaman iki ateş arasında kalıyor, faili meçhullerle tedhiş ve korkutma sürüyor, PKK ise bu ortamda güçleniyor ve taban buluyordu. Tüm olup bitenler ülkenin batısına önemsiz bir ajans haberi gibi geçiliyor, kimse gerilmiyor, toplum kutuplaşmıyordu.
90’lar böyleydi işte. Mutlu ve güzeldik!
Kutuplaşma yoktu, gerginlik yoktu, uzlaşma lafları edilmiyordu, kimse kimseye diktatör demiyordu, otoriterlik falan dilimize uğramamıştı.
Çünkü mağdurların ağzının bantlı olduğu, medyanın tek sesli olduğu, Kanal 7, Yeni Şafak, Akit gibi birkaç yayın organının da sadece mağdurlar tarafından ciddiye alınıp okunduğu yıllardı.
Batılı otoritelerden basın hürriyetinin kötü olduğuna dair raporlar falan da gelmiyordu. İmajımız çok iyiydi yani!
Bizim için ise taşların bağlı olduğu köpeklerin cirit attığı karanlık günlerdi.
Ama bugün “yaşam tarzı ideolojisini” bir histeri nöbeti şeklinde yaşayan ve halkın iktidarı karşısında depresyona girenlerin virdi oldu “toplum çok kutuplaştı çok” demek.
Sadece muktedirler konuşabilince kimse gerilmiyordu işte. Mazlumların sesi çıkmıyordu, konuşsalar da kimse mikrofon uzatmıyordu.
“Susma özgürlüğümüzü” öpüp başımıza koymuştuk...
Biz sustukça toplum kutuplaşmıyordu, birileri gerilmiyordu...
Elinde roketatarla sivil, asker katleden YDG-H’liler kadar bile kıymeti yoktu, diplomasının verdiği hak devlet tarafından gasp edilen onbinlerce başörtülü kızın.
Devletin imkanlarını kullanarak önce suça delil üreten, sonra o ürettiği delillerde insanlara suç isnat eden, bu yöntemle boşalttığı kadrolara sistematik olarak yerleşen ve sonra da seçilmiş iktidara darbe yapmaya yeltenen Paralel Devlet Yapılanması’nın mensupları kadar kıymetleri olmadı 28 Şubat’ta gelecekleri çalınanların.
Onlar yakıp yıkmadılar, vandallık, çapulculuk yapmadılar, ülkelerini şikayet etmek olur diye davalarını AİHM’ye götürürken bile bin kere düşündüler.
Kutuplaşma ha?
Sakın o, sizin zihninizin ürettiği paranormal bir durum olmasın!