Yarıda kalmış ya da ‘geriye dönmüş’ bir devrim kadar tehlikeli şey yoktur bir toplum için.
Fransa tarihi bu konuda çok ilginç ve öğretici deneyimlerle doludur. 17. yüzyıldaki İngiliz devriminin yüzyılda yaptığını bir gecede yapmaya çalışan genç Fransız burjuvazisi, 1848’de işçi sınıfının başkaldırısını aristokrasinin tembel iktidarından daha tehlikeli bulunca, devrimci ruhunu, aristokrasinin sefahat alemlerinden kalmış ihtiyar kollarına bırakıverdi.
Fransa Cumhuriyeti, Mayıs 1849’da kralcı partilerin ‘cumhuriyetine’ dönerken, Avrupa da savaşa dayalı bir yeni paylaşıma doğru yol almaya başlamıştı.
Monarşist Fransa, burjuva devriminin en önemli anayasal maddesini çiğneyerek Roma’ya saldırdı. Bu madde şöyleydi: “Fransız Cumhuriyeti, hiçbir zaman kuvvetlerini herhangi bir halkın özgürlüğüne karşı kullanamaz.” Anayasa’nın bu 5. maddesi burjuva devriminin ve burjuvazinin, aslında küresel egemenliği ulus-devletin silahıyla değil de pazarın sonsuz yıkıcı ve aynı zamanda yapıcı hakimiyeti ile gerçekleştirmek istediğini anlatır. Ama o zaman da burjuvazinin en gerici kesimi, aristokrasi ile işbirliği yaparak, yalnız tek bir ulusa ve sınırlara dayalı cumhuriyeti, burjuva demokrasisinin tehlikelerle dolu sularından çekip aldı. Böylece Fransa’dan başlayan ulusal gericilik dönemi, Prusya ve Rusya’ya da sıçrayarak birinci savaşa giden kanlı bir paylaşımın yolunu açtı. Fransa’da geriye dönen devrimi, gerici bir ulus-devlet hakimiyeti yaratmak için ele alan Louis Bonaparte, yalnız Fransız burjuvazisinin en gerici kesimini temsil etmiyor, bu kesime ve aristokrasiye dayanan bankacıları, borsa soyguncularını, kömür madeni ve demir endüstrisi egemenlerini, toprak-mali aristokrasisini ve bütün bunlardan beslenen asker, yargı bürokrasisini temsil ediyordu.
Mali aristokrasisi egemen hale geldikçe savaşın finansmanı kolaylaşıyor ama bu aynı zamanda savaşa dayalı sanayi burjuvazisinin işine geliyordu. Tam burada devletin borçlanması, gücünü savaştan alan bu sınıfları daha da zengin ediyordu. Spekülasyon, devletin soyulması zenginleşmenin başka bir kaynağı idi. Devletin bütçe açığı bu soygunun bir göstergesi olarak gerçekleşiyordu. Açık, her yıl yeni ve daha fazla bir istikraz (borçlanma) ile kapatılıyordu. Böylece devlete borç veren mali aristokrasi daha da palazlanıyor ve savaşı rahatça finanse ediyordu. Mali aristokrasiyle bütünleşmiş savaş endüstrisi, silah sanayiini, yeni topraklar için demiryollarını geliştiriyor ve ulus-devletlerin kanlı kapışmasının yollarını açıyordu. Bu monarşinin en büyük temeli, yargı ve asker bürokrasisi idi. Kanlı bir kalkınmayı, kendi yaptığı anayasayı çiğneyerek ve başkalarını ezerek, onlara savaş açarak gerçekleştiren bu yol, ulus-devletlere dayalı sermaye birikimini bu zamana kadar devam ettirdi.
Geç kalan ve İngiltere’ye, Fransa’ya yetişmeye çalışan Almanya gibi diğer uluslar ise daha kanlı yollar seçtiler. Çünkü daha az zamanda daha fazla sermaye temerküzü gerekiyordu. Şimdi bu model size yabancı gelmiyor değil mi; işte budur “muasır medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar.”
İlk adımı atan geriye dönemez!
Türkiye bir yol ayrımında; ya, 1800’lü yıllardan kalma toprağa dayalı rantiye, savaşa dayalı demir-çelik, petrol, kimya gibi geri sektörlerin sermayedarlarının ve bunların mali oligarşisinin elinde, bürokratik faşist bir savaş devleti olarak, parça parça edilip yok olana kadar, kendini cumhuriyet sanarak, bu gerici yola devam edecek ya da, demokrasinin yolunu seçecek.
Başta dedik ya yarıda kalmış bir devrim kadar tehlikeli bir şey yoktur diye; bu, reformlar için de geçerlidir. Artık bir adım attığınızda iş bitmiş demektir. Çünkü bu reformlar yüzünden yüz yıllık çıkarlarından olacak çevreleri uyandırmış olursunuz ve bundan sonra artık onlarla kesinlikle uzlaşamazsınız.
Fransa’da, Louis Bonaparte gericiliği böyle bir şeydi ve yalnız Fransa değil, tüm Avrupa kaybetmiştir. Şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim: Türkiye, 21. yüzyılın başında-düşe kalka da olsa- girdiği demokratikleşme yolundan geriye dönerse bu sefer yalnız Avrupa değil Ortadoğu’da kaybedecek. Demokratik bir Türkiye olmazsa birbirine sarılarak ayakta kalan emperyalizm artığı Ortadoğu diktatörlükleri çözülmek için çaresiz yine bölgesel bir savaşı bekleyecekler. Bu düğümü ancak Türkiye’de daha fazla demokrasi çözer. Bütün bunlardan dolayı, Türkiye’de demokratikleşme hikayesi şu ünlü Afrika atasözünü hatırlatıyor bana; Leoparı kuyruğundan tutma; tutarsan da sakın bırakma!