Birkaç sene önce Başbakanlık yapan birisi vardı, gittiği her yerde, herhalde ilgi uyandırmak için, adını bile duymadığımız bir 'mübarek zat'ın kabrini bulur ve 'onun, o bölgenin manevî ışığı olduğunu' filân söylerdi. Halbuki bazı isimleri, o yörenin halkı bile bilmediğinden, espri konusu olurdu.
Bunu niye mi hatırladım?
Kemal Kılıçdaroğlu da, gittiği yerlerde, 'Bu güzel vatanda, hep kavgalar içinde olmak yetmedi mi?' gibi zâhiren tadlı dilli; ama kendi ideolojilerine karşı olan ve millet tarafından 20 yıldır hep desteklenen ve seçim kazanan bir parti ve liderini âdetâ şeytanlaştıran, düşman gibi gösteren bir yaman çelişki sergilerken, şimdilerde de gittiği her şehri de abartılı laflarla yüceltiyor. Geçenlerde Trabzon'a gitmişti. Aman Allah'ım, meğer Trabzon, -ne demekse- bir dünya şehri imiş! Trabzon, evet güzel şehirdir ve önemli bir liman olması açısından da Kafkasya'ya ve Asya'nın tamamına açılan bir kapıdır. Ama bir siyasetçinin böyle, sırf oy alabilmek için başvurduğu yığınla laf kalabalığına sarmalayarak söyledikleri, Trabzon'a bir artı değer kazandırmaz. Trabzonlular şehirlerinin güzelliğini yeni öğrenmiyorlar. Ve bu şehrin halkının, böyle gönül avlama taktiklerine hemen kanacak kadar saf olduğunu zannetmesi, kazandırmayacaktır.
KK. Bey'in hele de, 'dış kaynaklardan 300 milyar dolar getireceği'ne dair iddialı propaganda laflarına inanacak kadar saftrik insanlar var mıdır toplumumuzda, inanamıyorum. Dış güçler, onu bu kadar büyük yalanlar bile söylemeye yöneltecek kadar mı seviyorlar yoksa..
*
KK. Bey, 3-4 gün önce de Çanakkale'ye gitmiş. Tam da, Tayyib Bey'in 20 küsur yıllık AK Parti iktidarı boyunca ülkeye kazandırılan savunma sanayii ve teknolojide alınan tasavvuru bile hayal olan gelişmelerin, deniz altından geçen Marmaray ve Avrasya hizmetlerinin benzerlerine, 30 yıl öncelerde hayal bile edilemeyen dev tüneller ve oto-yollara, çift yollara, şehirlerde halkın nefes alacağı büyük yeşil alanlar ve parklar ve de şehir hastahanelerine; 3. Boğaz köprüsü, Osman Gazi ve Çanakkale köprülerine, yeni hizmetlerin ekleneceğine dair konuşmasını yaptığı, Seçim Beyannâmesini açıkladığı gün. Bu sözleri eleştiren, KK Bey, "Ben köprü yemiyorum ki. Ben yemek yiyeceğim! Çocuğun beslenme çantasına köprü koymayacağım ki; beslenme çantasına süt koyacağım" diye, 1970'lerde 'Köprüye, hayır!' diyen eski solcuları hatırlatacak laflar etmiş. Halbuki, ülke, sadece 18-20 milyonken, üstelik de nüfusun yüzde 80'inin köylerde yaşadığı yerlerde, ülkede bu anlayışın körlüğü yüzünden hiç bir şey yapılamıyordu, resmî ideolojiyi milletimize zorla, zorbalıkla dayatmaktan gayri.. Halkımız perişan ve aç idi ve köylü, toprağından doyacak kadar bile beslenemiyordu. Bugün ise, 100 milyona nüfuslu bu ülke, modern imkânlardan faydalandığı için, o eski perişanlıkları çekmiyor.
*
1968-69'larda ilk 'Boğaz Köprüsü'nün yapılması gündeme gelince, fakir-fukara halktan yana oldukları iddia ederek, İstanbul'un lüks semtlerinde yaşayan kesimler ve onların sözcüleri olan matbuattaki, Nadir Nâdi, İ. Selçuk, Ç. Altan ve emsali Kemalist-Marksist kalem sahipleri ve Marksistlerin yuvalandığı Mimar- Mühendis Odaları, koro halinde, 'Köprüye hayır!' diyorlar; 'Köprü, halkımızı daha da fakirleşecek ve İstanbul için de büyük bir felâket olacaktır. Köprü yapılırsa, bu, yeni köprüleri de gerektirecektir.' diyorlardı. Ama İstanbul'dan Anadolu'ya veya Anadolu'dan İstanbul'a mal taşıyan kamyonlar, yeteri kadar araba vapuru olmadığı için, mevcud yetersiz araba vapurlarıyla karşı yakaya geçmek için, km.lerce uzunlukta kuyruklar oluşturuyorlar ve 48 saati bile bulan ve 3-5 metre ilerleye- ilerleye, araba vapuruna binme sırasının gelmesinin bekleyişler. Düşünülsün ki, Zeytinburnu'ndan taa Sirkeci'ye kadar km.lerce kuyruklar oluşuyor, taşınmakta olan ve bozulacak gıda maddeleri için de kamyonlar bütün o günlerce bekleyiş sırasında devamlı çalışır vaziyette tutuluyordu. Bu durum, 'Köprüye hayır!' diyenleri ilgilendirmiyordu. Ama o kalemler, Almanya'ya gittikleri zaman, 2. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmasına rağmen Almanya'nın, sadece bir Köln şehrinde ve savaşta yıkılmış bütün köprülerin yerine, (İstanbul Boğazı'nın en az yarısı genişliğinde olan) 'Rhein' (Ren) nehri üzerine 6-7 tane köprü yaptığını okuyucularına ballandıra-ballandıra anlatıyorlardı.
*
Ama KK. Bey'in Çanakkale'de tarafdarlarına yaptığı konuşmanın bir başka yönü daha var ki, Ortaokul ve liselerde okutulan, 'Emin Oktay tarihçiliği' denilen ve emirle yazdırılmış 100 yıllık 'resmî tarih' iddialarını, masalları yansıtıyordu.
KK.Bey, Çanakkale'de, tabiatiyle Çanakkale Zaferi'ni de konuşuyor ve Çanakkale Zaferi'ni, filanca 'Paşa'nın komutasında kazanıldığını ve hattâ, 'Çanakkale Zaferi'ndeki rolüyle, Cumhuriyet'in önsözünü yazdığını' iddia ediyordu. Halbuki, sözünü ettiği kumandan, 1915'de, Çanakkale Savaşı'nda yüzlerce binbaşı ve yarbay derecesinde bir asker idi.
Elbette, her bir askerin de sonuçta etkisi vardır. Bir askerin gaflet veya hıyaneti bütün bir savaşı etkileyebilir.
Hani, bindiği atın nalının bir çivisinin düşmesi ve bu durumun öneminin kavranılmaması üzerine, tarihteki ünlü bir kumandan, 'Bir çivi, bir nal demektir, bir nal bir at demektir. Bir at, bir asker demektir. Bir asker bir savaşın kazanılması ve kaybedilmesi demektir.' demişti ya, Çanakkale'de de öyle. Bu yüzden, vazifesini yerine getiren her asker de takdir edilir.
Ama Çanakkale Savaşı'nı kazanan kumandan, KK Bey'in iddia ettiği kişi değildir. Çünkü Çanakkale Savaşları'nın cebhelerindeki fiilî kumandan, Esad Paşa'dır. Osmanlı'nın o savaştaki müttefiki olan Almanya'nın ünlü kumandanı Liman von Sanders Paşa da, Esad Paşa'yla birlikte ve aynı etki gücünde, komutanlık mevkiindeydi.
Padişah'a vekâleten Harbiye Nâzırı Enver Paşa ise, Osmanlı Orduları Başkomutanıdır. Eğer, o savaşlarda hizmeti geçenleri şükranla anmak gerekirse, o zaman, 'silsile-i merâtib'e, rütbeler zincirine riayet ederek anılmalıdır; aradan birisini çekip, diğerlerini yok sayarak değil.
Ama KK Bey, HDP ile işbirliğinde, kapalı kapıların ardında açıklanmayan her ne söz verdiyse, onların gönüllerini kazanmak ve tereddütleri gidermek için, 'Atatürk'ün ve bir başkasının özel bir kanunla korunmasına gerek yoktur.' bile diyebilmişken; Çanakkale'de başka bir maske takınmış olup, Kemalistleri memnun etmek için, her şeyi M. Kemal Paşa'ya bağlamış ve Çanakkale Zaferi'ni bile, ilk olarak o savaşta ve sadece bir cebhede sorumluluk üstlenmiş olan kumandanı, o zaferin tamamının sahibi gibi göstermiştir.
Bizim meselemiz, filân kişi, kadro ve görüşlerine düşünmeden, körü körüne karşı veya tarafdar olmak için değil, tarihimizin o hengâmesinde yaşananları en doğru şekilde anlamak ve hele de bir liderlik iddiası taşıyan kişinin, tarafdarlarını yalan-yanlış sözlerle oyalamasına ve aldatmasına bilhassa dikkati çekmek ve de, Allah'ın dinine teslim olmak mânâsında 'Müslüman' diye anılan milletimizin , mensub oldukları dini korumak ve 'İlâ'y-ı Kelimetullah' (Allah'ın dinini yüceltmek) dâvası uğrunda kan ve can vermiş yüzbinlerin inançlarına ve dâvalarına sadakatle bağlı kalmak ve Müslümanların aslî hedeflerini ve ideallerini tekmeleyerek, millete tahakküm edenlere daha dikkatli bakılmasını hatırlatmak.