Yargısal eksende gerçekleşen bu siyasal diyalog sayesinde yargı herkesin olabiliyor. Siyasal farklılıklar yalnızca parlamentoya yansımakla kalmıyor, aynı zamanda ülkenin yargısal süreçlerinde de sorumluluk üstleniyor, üstlenmekle siyasal sistemin kurucu unsuruna dönüşüyor, siyasal sistemi belirliyor. Türkiye’de yargı mercilerine siyasal partilerin aday önermesi mümkün mü?
DIe Zeit gazetesinin sorusuna mealen şöyle cevap vermişti:
“...kendi görme kabiliyetim asla yeteri kadar geniş olmaz. Bir şeyleri doğru kavrayabilmek için başka perspektiflere ihtiyacım var. Bana göre bu adaletin olmazsa olması. İnsanların çekmecelere kilitlenmesinden daha fazla nefret ettiğim bir şey olmaz: Çekmeceyi aç, kapa. Mesele anlaşıldı... Klişelerin kötülüğü burada: Açıkça lezbiyen ve Anayasa Mahkemesi Yargıcı. Bir insan bu etiketlerle aşırı bir şekilde değersizleştirilmiş oluyor.” (24.11.2011)
Geçen yıl Sosyal Demokrat Parti ve Yeşillerin anlaşmasıyla Yeşiller kontenjanından Alman Anayasa Mahkemesine muhafazakârların da desteğiyle seçilen eşcinsel Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Susanne Baer’den söz ediyorum. Kişisel tercihinden çok perspektif ve sorumluluğunun tartışılması gerektiğinde ısrarcı olan bu yargıcın seçilmesinde katı muhafazakâr partilerin desteği de çok anlamlı.
Böyle bir kişinin dünyanın en saygın Anayasa Mahkemesi olan Alman Anayasa Mahkemesine seçilmesinde Türkiye ile karşılaştırılmasında önemli gördüğüm üç boyut var. Birincisi bu üyenin Mahkemedeki sekiz profesörden biri olması. Türkiye’de bu rakam en fazla iki olabiliyor.
İkinci boyut seçim usulüyle ilgili. Mecliste temsili bulunan en azından koalisyon ortağı olan veya olmaya yakın olan siyasi partiler kontenjan uygulaması çerçevesinde aday öneriyor. Bu adaylar Federal Meclis ve Federal Senato tarafından üçte iki oy çoğunluğuyla seçiliyor. Mahkemenin başkanı ve başkan vekili de mahkemenin kendisi tarafından değil, doğrudan parlamentonun iki kanadı tarafından çerçevesinde seçiliyor.
Yani siyasal diyalog mecliste partilerarası atışmayla sınırlı değil. Partiler yargı teşkilatının oluşumuna katılıyor. Burada muhalefet partileri de sorumluluk üstlenerek kurucu rol üstleniyor.
Yargı herkesin olabilir
Yargısal eksende gerçekleşen bu siyasal diyalog sayesinde yargı birilerinin değil, herkesin olabiliyor. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Siyasal farklılıklar yalnızca parlamentoya yansımakla kalmıyor, aynı zamanda ülkenin yargısal süreçlerinde de sorumluluk üstleniyor, üstlenmekle siyasal sistemin kurucu unsuruna dönüşüyor, siyasal sistemi belirliyor, benimsiyor ve elbette ki taşıyor.
Türkiye’de yargı mercilerine siyasal partilerin aday önermesi mümkün mü? 2010 değişikliklerinde dahi buna cesaret edilemedi. AK Parti buna çok istekli olmadı, muhalefet başka hesapların peşinde gitti. Muhalefet hâlihazırda yürütülen anayasa çalışmalarında siyasi partilerin kapatılmasında izin yetkisinin meclise değil de, yüksek yargıçlardan oluşan bir kurula bırakılmasında ısrar ederek, siyasal diyaloğu bizatihi kendisi tıkayabiliyor. Böyle olunca Türkiye’nin yargısal sorununun aynı zamanda bir muhalefet sorunu olduğunu söylemek gerekiyor. Siyasi partilerin aday önerisine basınımızın mümtaz kalemlerinin tepkisi ise evlere şenlik.
Üçüncü boyutu ise, eşcinsel evlilik yapmış bir profesörün muhafazakâr siyasi partilerin de onayını alarak Anayasa Mahkemesine seçilmiş olmasıdır. Ama kabul edelim ki, seçim usulü katılımcılığa elvermeseydi, herhalde böyle bir sonuç sürpriz olurdu. Dolayısıyla kilit nokta ikinci boyut.
Peki, Türkiye’de yaşam tarzı ve tercihleri itibariyle toplumun genelinden farklılaşan bir kişinin Anayasa Mahkemesine atanması mümkün mü?
Çok zor, zira Türkiye halen rejim üzerinde tartışmasını sonlandırabilmiş değil ve iktidar ve muhalefet ilişkisi kamu hizmetlerinin nasıl daha iyi yürütüleceği konusundaki yöntem farklılıklarıyla sınırlı bir ilişki değil. İktidar için muhalefetin varlığı bir problem, muhalefet ise iktidarın yok edilmesine odaklanmış durumda. Ortak paydalar neredeyse yok denecek kadar az. Bu şaşırtıcı değil, zira siyasal paradigma siyasal diyalog yerine cephe savaşları ve ötekinin siyaseten tasfiyesi üzerine inşa edilmiş durumda.
Siyasal katılım, o da son yıllarda, sınırlı bir şekilde yalnızca parlamentoda gerçekleşiyor. Bunun dışında, ademi merkeziyet söz konusu olmadığından farklı siyasal eğilimlerin siyasal sorumluluk ve görev ifa edebilmesi mümkün değil. Yüksek yargıda da herhangi bir katılım söz konusu olmadığından siyasal diyalog kanalları açık değil. Zira bunun için herhangi bir kurumsal değişime gidilmiş değil. 2010 Anayasa değişikliği bir şans idi, ıskalandı.
Çoğulculaşmanın ifadeleri
2010 Anayasa değişikliklerinin ardından Cumhurbaşkanı’na Anayasa Mahkemesine yapılacak atamalarda yargıç yeterliliğine sahip olmakla birlikte, Türkiye’nin çoğulculaşmasının da bir ifadesi olarak farklı inançta, farklı siyasal görüşte ve farklı yaşam tarzına sahip olanlardan, üyelerin atanması konusunda tavsiyeler ve önerilerin gittiğini hatırlıyorum. Önerilenler elbette ki Türkiye’nin yüzyıllık vesayetçi paradigmasını reddeden, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde belirli bir başarısı ve saygınlığı bulunan isimlerdi. Eşcinsel tercihlere sahip ve bunu beyan etmiş kişilerden söz etmiyorum. Türkiye’nin o noktadan çok uzak olduğunun farkındayım.
Ama, örneğin Ermeni kökenli, sosyalist veya Kürt kimliğiyle tanınan saygın bilim adamlarının da Anayasa Mahkemesine üye olması veya HSYK’ya atanması düşünülebilirdi. Türkiye’deki siyasal çatışma hatlarının dışında merkezde duran, itiraz yeteneğini yitirmemiş, farklı perspektifleri yargıya taşıyabilecek kişilerle demokrasi tahkim edilebilirdi. Siyasal diyaloga imkân yaratılmış olurdu.
Ama olmadı, başarılamadı.
Anayasa Mahkemesi ve bir bütün olarak yargı olağanüstü geçiş süreci algısına paralel olarak kazanılması gereken/düşmemesi gereken mevziler olarak görüldü.
Sadece yargı değil, devletin tüm karar mercileri bu psikolojiye göre biçimlendirildi. Saflar tahkim edildi. Yeni Anayasa çalışmaları dahi bu anlayışa heba edilmiş gözüküyor.
Bu şekilde 2010 sonrasında siyasal diyalog kurumsallaşamadı. Kurumsallaşmayınca, yeniden ötekinin tasfiyesine odaklanmış radikal söylemler ve şiddet eksenli politikalar gündemimizi işgal etmeye başladı. Siyaseti esir etmeye başladı.PKK meselesini tartışmak çok cazip, ama bunun siyasal diyaloga yabancı bir siyasal paradigma sayesinde var olabildiği unutmamalı...