“1943 yılında İstanbul Dicle Talebe Yurdu Müdürü idim. Bir gün iki polis beni ikinci şubeye götürdüler. İçeri girer girmez üç beş polis ve komiser bana saldırdı. Tekme, tokat, küfür bini bir para. Sebebini sordum. Komiser ‘Ulan hain oğlu hain, kusurunu bilmiyor musun?’ ‘Yok’ dedim. Komiser: ‘Radyonuz yok mudur?’ ‘Var’ dedim. ‘Peki, plak çalan pikabınız da yok mu?’ ‘O da var’ dedim. ‘Peki, it oğlu it! Bu kadar güzel Türkçe plak varken, ne bok yemeğe yurtta Kürtçe ıslık çalıyorsun?’ İşte biz buradan geliyoruz aziz Türk ve Kürt gençleri. Şimdi aynı İstanbul’da meşhur Kürt klasik destanından esinlenerek Mem u Zin filmini çekiyoruz ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, gala gecesine tebrik mesajı yolluyor; Türkiye İnsan Hakları Vakfı da bana yaptığım hizmetten dolayı plaket veriyor.”
Musa Anter, şiddetin, ırkçılığın had safhada olduğu, faili meçhul cinayetlerin işlendiği günlerde ve öldürülmeden birkaç ay önce, yani 1992’de sarf ediyor bu sözleri. Biz o dönem etrafa baktığımızda karanlık ve umutsuzluk görüyorduk; o ise o kuşatma ve ümitsizlik şartlarında bile ışık ve umut görüyordu. Gerçekçiydi. Çok küçük bir kazanımı bile hiç küçümsemedi ama yetinip mücadelesine de ara vermedi. Hep ileriye baktı, ümitvar oldu.
Reformları desteklerdi
Üç yıl önce ‘Devrimci halk savaşına’ Kürt gençlerinin sarıldığı günlerde, şiddete ve silahlı mücadeleye karşı çıkan yazılar yazıyordum. Kürt gençleri, yolladıkları maillerde bana öfke kusuyor ve ‘Yazıklar olsun, Musa Anter’in hatırasına saygın olsun bari, o yaşasaydı böyle mi düşünecekti?’ diyorlardı.
Ben de onlara Musa Anter’in yazılarından bölümler alarak cevap veriyordum.
Mem u Zin’in filmi yapılıyor diye bunca sevinen ve gelişmeleri kendi yaşadığı dönemin zulmüyle kıyaslayan Anter’in, yaşasaydı, hükümetin reform adımlarını destekleyeceğini, mesela 12 Eylül Referandumu’na evet oyu verip, hücrelerde Kürtçe sözlük çalışması yapmış bir Kürt aydını olarak, TRT-6’nın açılmasına sevineceğini söylüyordum.
Bu araların bir moda sorusu var, bu girişe o soruya cevap aramak için ihtiyaç duydum:
Ahmet Kaya yaşasaydı Gezi’ye çıkar mıydı, Diyarbakır’a gider miydi?
Bu türden soruların daha önce de Deniz Gezmiş ve arkadaşları ile Yılmaz Güney için sorulduğunu biliyoruz.
Ahmet Kaya’ya geleceğim, ama önce ‘Musa Anter yaşasaydı’ sorusuna cevap vermek istiyorum.
Anter Gezi’ye gitmezdi
Kemalistler’in Türkleştirme programlarından çok çekmiş, Dersim katliamı sırasında, Mustafa Kemal’in annesine hakaret ettiği gerekçesiyle gözaltına alınmış ve Atatürk tarafından affedilmiş biri olarak ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ diye slogan atılan bir gösteriyi, yani Gezi’yi destekler veya Gezi’ye çıkar mıydı?
Mustafa Kemal ve Abdullah Öcalan’ın fotoğraflarının yan yana taşındığı bir gösteriyi Anter gibi birisinin anlaması mümkün olabilir miydi? Hiç sanmıyorum, ama başkaları da olabileceğini düşünebilir elbette. Ne de olsa tuhaf zamanların içinden geçmekteyiz.
Ama ben Gezi’yi desteklemeyecek olan Musa Anter’in, Mesut Barzani ve Şivan’ın davet edildiği Diyarbakır buluşmasını destekleyeceğini, davet almışsa büyük bir olasılıkla davete de icabet edeceğini düşünüyorum.
Bir ihtimal daha var tabi. Apê Musa, torunu yaşındaki Kürt çocuklarının, ‘Sen de mi Apê Musa’ diyebileceklerini hesaba katarak davranır, belki de, inanmadığı için değil, göze alamadığı için, Diyarbakır’a gitmekten vazgeçerdi.
O tarihi buluşmaya katılan Şivan gibi, ağır bir bedel ödemeyi belki de o yaşlarda artık gereksiz bulurdu.
Şivan Diyarbakır’a geldi ve ağır bir bedel ödedi. Barışa destek vermenin bedeli olur mu derseniz, evet olur derim, Şivan’ın Diyarbakır sokaklarında özgürce dolaşamaması, barış için ödenmiş bir bedeldir. Şivan ve onun gibi olan Kürt sanatçıları, aydınları için ne işkence ne ölüm hiçbir şey Diyarbakır sokaklarında dolaşamamaktan daha ağır değildir. Şivan’ın Diyarbakır ziyareti, 37 yıl sürmüş bir hasret biterken, Diyarbakır sokaklarında dolaşamayacağını anlamasına yol açan yeni bir hasrete dair yeni bir miladın başlangıcı olmuşsa, Apê Musa da, Diyarbakır’a gidebilir, ama sokaklarında dolaşamadan ayrılmak zorunda kalabilirdi. Sonra da, Kürt aydınlarının doğup büyüdüğü şehirlerde dolaşamamasını diline dolayan ve bunu bu aydınların bir kabahati gibi sunan şu etki ajanı kim bilir belki Musa Anter için de bir yazı yazar, ‘bakın o bile Diyarbakır sokaklarında dolaşamıyor, PKK’nin dışında bir şey aramayın artık şu Kürtler arasında’ diyerek, bir yazıya daha imza atardı.
Ne oldu yeni ideolojiye?
Geçen hafta Ahmet Kaya nereye çıkardı, nereye giderdi tartışmasıyla geçti.
Gülten Kaya, Ahmet’in Gezi’ye de çıkacağını, Diyarbakır’a da gideceğini söyleyince, tartışma daha bir renklendi.
Önce şu ayrımı yapmak istiyorum, sonra yaşasaydı Ahmet Kaya ne yapardı sorusuna cevap vereceğim, tamamen kişisel bir cevap ve tahmin olarak tabi.
Gezi’ye çıkmakla, Gezici olmak arasında büyük bir fark var.
Gezi’ye çıkanların önemli bir bölümü sorsanız Gezici olmadıklarını söyleyeceklerdir.
Gezi’ye çıkanlar Gülten Kaya’nın da ifade ettiği gibi, bir şeylere itiraz etmek için çıktılar.
Ama ne yazık ki Gezi hiçbir zaman bu yönüyle yani bir çevre ve itiraz hadisesi olarak hatırlanmayacaktır. Çünkü olaya damgasını vuranlar Gezi’ye çevre bilinciyle çıkanlar değil, Gezi’ye iktidar talebiyle çıkanlardır. Bunlar kendilerini bir devrim süreci içinde hatta İspanya İç Savaşına benzeyen bir savaşta hissettiler ve bu duygularını ifade eden yazılar yazdılar, açıklamalar yaptılar. Sosyoloji ve siyaset alanında geliştirdikleri ilginç analizlerle tanınan bilim insanları kaleme sarılıp Gezi’yi yeni bir sosyoloji ve yeni bir ideoloji olarak selamladılar, dahası Gezi’nin bir iktidar alternatifi ve yeni bir siyaset tarzı olduğunu ilan ettiler.
Şimdi aklı başında herkesin sorması gerekmiyor mu, sahi ne oldu yeni ideolojiye ve yeni sosyolojiye?
Sahi ne oldu bizim ‘İspanya İç Savaşımıza?’
Gezi’den geriye hayatını kaybeden gençlerin hatırası ve acısından başka, ne kaldı elle tutulacak bilen var mı acaba?
Gezi’ye çıkmak ve Gezici olmak
Başbakan’ın sahip olduğu siyasi hafıza ona sıklıkla öyle yerinde tespitler yaptırıyor ki, bu vasıfta olan ikinci bir politikacıyı ara ki bulasın!
Başbakan Gezi’ye çıkanların Ahmet Kaya’ya linç gecesine katılanlar olduğunu söylerken, elbette tek tek kişileri kast etmiyordu.
Ahmet Kaya’yı, milli marşlar eşliğinde linç etmek isteyenlerle, Gezi’ye katılanların aynı ideolojinin taşıyıcıları olduğunu ifade etmek istiyor Başbakan.
Ahmet’e saldıranlarla, Gezici olduklarını söyleyenler, aynı ideolojinin hamurunda yoğrulmuş kimselerdir. Dün Ahmet Kaya’nın türküleriyle bu ülkeyi böleceğine inanıyorlardı, bugün de, Şivan ve Barzani’nin Diyarbakır’da Başbakanla buluşmasından hiç hoşlanmıyor ve Barzani’nin Türkiye’yi böleceğine inanıyorlar.
Ahmet Kaya’nın yaban ellerde ölümüne yol açan o meşum gecede olup bitenleri hatırlatan Başbakan’a cevap veren Sayın Kılıçdaroğlu, Ahmet Kaya yaşasaydı Gezici olurdu diyor.
Gülten Kaya ‘Ahmet Kaya yaşasaydı Gezi’ye çıkardı, ama Diyarbakır’daki buluşmaya da giderdi’ dedi.
Ahmet Kaya yaşasaydı Gezi’ye çıkardı, çıkabilirdi, ilk iki gün çıkanlar gibi. Ama Kılıçdaroğlu’nun düşündüğü gibi Gezici olmazdı. Gezi’ci olmakla Gezi’ye çıkmak aynı şey değil çünkü.
Sonra, Ahmet Kaya yaşasaydı, her şeyden önce kendisine yapılanları affederdi, ama bu yapılanları mümkün kılan ideolojiyle asla barışmazdı.
Ahmet Kaya yaşasaydı, Serdar Ortaç’ın yaptığı insani ve samimi yüzleşmeye saygı duyar, Serdar’ı boğazda balık-rakıya davet ederdi.
Peki Ahmet Kaya Diyarbakır’a da gider miydi?
Giderdi belki, ama Şivan’ın biri biterken diğeri yeniden başlayan, hani şu Diyarbakır sokaklarında dolaşamamanın yarattığı yeni hasretliğine şaşar kalır, Şivan’ın bu hasretliği, Ahmet’in yüreğine taştan bir hüzün gibi otururdu.
Amed’e Şivan gelmiş, ama Amed’in kuçelerinde serbestçe dolaşamıyor.
Sırası gelmişken ben de sorayım bari. Bu durumda Ahmet’in ‘Böyle de olur mu gözüm’ diyeceğini duyar gibi olmuyor musunuz?