Siyasi sınırlar en kolay değişebilen sınırlardır. Çünkü insan yapısıdırlar. Beşeri-kültürel sınırların değişmesi biraz daha zordur. Belirli bir coğrafya üzerinde yaşayan insan topluluklarının yerine bir başka topluluğun geçmesinden söz ediyorum. Radikal çapta sosyokültürel dönüşümler söz konusu olmadığı takdirde savaşlar, göçler ve tabii felaketlerin uzunca bir sürede gerçekleştirebileceği bir değişikliktir bu. Coğrafi sınırlar ise kolay kolay değişmez.
Diğer yandan, siyasi sınırlar eğer hem beşeri-kültürel sınırlarla hem de doğal coğrafi sınırlarla uyumlu olarak çizilmişse daha dayanıklı olur. Buna karşılık doğal sınırlar gözardı edilerek oluşturulan siyasi sınırların zamana çok fazla direnmesi beklenemez. Bu yüzden Ortadoğu’da yüz yıl önce çizilen sınırlar çok sağlam değil.
İki bakımdan söylüyorum bunu: Irak, Suriye, Ürdün gibi devletleri birbirinden ayıran sınırlar doğal coğrafi sınırlar değil. Yani ne dağ silsileleri ne de büyük akarsular tarafından ayrılmıyor. İkincisi kültürel yapılara bağlı olarak oluşan beşeri sınırlar da yok ortada. Yani sözgelimi bir tarafta Müslümanların, diğer tarafta Hıristiyanların yaşadığı veya bir tarafta Arapların, öbür tarafta Kürtlerin veya Türkmenlerin yahut Sünnilerin ve Şiilerin hayat sürdüğü topraklardan bahsedemiyoruz mevcut sınırların mevcudiyetlerini temellendirmek için. İlaveten tarihte de karşılığı bulunmuyor bugünkü bölge devletlerinin harita üzerinde işgal ettiği yerlerin. Dolayısıyla bunların hiçbiri ne Türkiye, ne İran, ne de Mısır gibi değil. Birtakım kuvvetli rüzgârlar karşısında ayakta durma kabiliyetleri yok.
Çünkü bir tür federasyon saymamız icap eden imparatorluk düzeninin yıkılmasının ardından Osmanlı kendi anayurduna çekilmek zorunda kaldığında batılı emperyalist devletlerin burada “sözde” ulus devletler oluşturma çabasına girmeleriyle yapay olarak oluşturulmuş devletler bunlar. Sözde ulus devletler diyorum çünkü gerçek anlamda ulus diye tanımlanabilecek özelliklere sahip topluluklar da yok ortada. Yani belirli sosyoekonomik süreçleri tamamlayarak entegre olmuş ve daha da önemlisi kültürel olarak kenetlenmiş insan toplulukları yerine ilk fırsatta kendi otonomisinin peşinden koşmaya hazır birtakım etnik ve dini aidiyetler var karşımızda.
Bu durumda Suriye’de veya Irak’ta siyasi sınırların değişmesine ilişkin beklentilerin boş olmadığını söylemek durumundayız. Ancak mühim olan yeni sınırların tabii özelliklere göre çizilip çizilmeyeceği meselesi kadar bu işin hangi güçlerin hangi amaçlarına hizmet edeceği konusudur.
Mevcut sınırlar, biliyorsunuz, bizim Harb-i Umumi dediğimiz Birinci Dünya Savaşının ardından çizildi. Hatta savaştan sonra demek de yanlış olabilir, savaştan önce ve bu savaşın sonunda ulaşılması düşünülen hedefler çerçevesinde çizildi aslında. Rusya’da 1917’de iktidara gelen Bolşevikler bugünkü bölge haritasını belirleyen Sykes-Picot anlaşmasının içeriğini dünyaya açıkladıkları zaman öğrenildi ki İngilizler ve Fransızlar savaş sonrasında orta doğuyu paylaşmak üzere gizli bir anlaşma yapmışlardı. Buna rağmen bazılarımız hâlâ bu savaşın neden çıktığını ve “Osmanlı’nın o savaşın içinde ne işi olduğunu” anlamakta zorlanıyorlar.
Oysa Büyük Britanya İmparatorluğu’nun o dönemdeki Donanma Bakanı Winston Churchill daha 1913’te, yani savaştan önce “Uzun vadeli politikamızın amacı Donanmamızın kendi petrol ihtiyacını bağımsız olarak sağlayacak kaynaklara kendisinin sahip olmasıdır” diyordu. (Charles Zorgbibe, Körfezin Tarihi ve Jeopolitiği, 1992, sh. 38)
İmparatorluk Savaş Kabinesi sekreteri Sir Maurice Hankey ise savaşın sonlarında Belfour’a gönderdiği bir mektupta “Petrol bir dahaki savaşta, bu savaşta Kömür’ün oynadığı role sahip olacaktır” öngörüsünde bulunuyordu. (Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, 1995, sh 158)
Londra’nın Suriye bölgesini Fransa’ya verip Irak ve Arabistan’ı kendine ayırmasının bölgedeki petrol kaynaklarıyla ilgisi olduğu muhakkak. Ancak İngilizlerin aynı zamanda Hindistan yolunu güvence altına almak için de Mezopotamya coğrafyasını ve Körfez’i kontrol etme ihtiyacı duyduklarını unutmamak lazım.
Bugünkü gelişmelerin petrolle ilgili boyutu var mı? Muhakkak var. Ama bu meseleye takılıp kalmak da büyük tabloyu görmemizi engelleyebilir. Çünkü esas itibarıyla batılı güçlerin vaktiyle bölgede oluşturmaya giriştikleri yapay ulus devletlerin yerine şimdi etnik ve dini aidiyetlere dayalı daha minimal ünitelerin meydana çıkmasının yolunu açmalarını Sykes-Picot düzeninin sonu diye sevinçle karşılayıp alkışlamak doğru olmayabilir. Zira Sykes-Picot’nun “iflas”ından ziyade günün şartlarına göre revize edilmek istendiği için birtakım gelişmelerin yolunun açıldığını düşünmek de mümkün.