Michael (Mihail) Haneke’nin son çalışması Aşk, bir insani acı üzerinde yükselen ve nerdeyse baştan sona kapalı mekanlarda geçen bir drama. Ömürlerinin son demlerine gelmiş bir çiftin etrafında dönen senaryo, konu gereği müzik tınılarının dışında müziğin de bilinçli tercih olarak kullanılmamasıyla dikkat çekiyor. Karşımızda kalan, hemen hemen birebir bir gerçekçilikle, çiftin hayatlarını bir hastalığın ortaya çıkmasıyla artık zorlukla idame ettirmesi ve korkunç bir sona sürüklenmeleridir. Haneke’nin filmografisindeki diğer filmlerde hakim olan kötücüllük burada da ortaya çıkmış, insanlık durumu alacakaranlık bir atmosferde resmedilme yoluna gidilmiştir.
Önce Cannes, şimdi de Altın Küre ödülleri gibi dünyanın ciddi yarışma ortamlarında büyük ödülleri kazanan film, hem Batı’nın geldiği bu toplumsal konumda insanların nasıl bir yalnızlığın içine sürüklendiğini hem de bir çözüm üretme anlamında adeta çaresizliğe sürüklendiklerini gösteriyor.
***
Yıllardır bir arada yaşadıklarını ve aralarındaki aşkın hiç eskimediğini anladığımız çiftin hayatı, kadının beynine giden damarlardan birinde meydana gelen tıkanıklığın sebep olduğu hastalıkla kökten değişir. Hareket etme yetisini gitgide kaybeden kadın artık başkasının yardımı olmadan hayatını devam ettirebilme yeteneğinden yoksun kalmaya başlamıştır. İkilinin görünür uyumu böylece bozulmuş, biri diğerine muhtaç hale gelmiştir. Kabul etmek gerekir ki, birbirini seven bir çift için böylesi bir akıbet çok ağır psikolojik bir durumdur; büyük bir fedakarlık ve feragati de beraberinde getirecektir.
Bu tür filmler insanlık durumu açısından çok önemli söylemler ortaya koysalar da, hemen kimsenin karşı çıkamayacağı cinsten olay örgüleri anlattıklarından bir zaafı da beraberlerinde taşırlar. Kimsenin karşı koyamayacağı insanlık durumlarının resmedilmesi onları ‘mecburen’ önemli kılmaktadır. Öte yandan, siyasi veya toplumsal gerçekçilikten uzak olarak birebire yakın gündelik gerçekçiliği yansıtan film bu yanıyla da başka bir zaafı taşır. Adeta çok az hareketin var olduğu fotoğraflar dizisinden oluşan çalışma, rüya sahnelerinin dışında bu gerçekçiliği kırma yoluna gitmez. Ayrıca mahremin dilsel veya görsel bir biçimde resmedilmesi de filmi zayıf kılan unsurlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yönüyle Aşk, Uzak Asya’dan bir başka benzer temada film olan Şiir’le örtüşür; işte bu ortak zeminde Batı hayat tarzıyla Uzakdoğu algıları arasındaki felsefi benzerlikler de ortaya çıkar. Oysa kendi inanç dairemizde böyle bir görsel ve işitsel anlatımın umumi ifadelendirilmesi yerine daha dolaylı anlatımlar tercih edilmekte, dolayısıyla sanatın gerçekçilikten uzak içten dinamikleriyle temsil edilmesi yoluna gidilmektedir.
Ailenin tek çocuğu olan kızlarının bu duruma çok üzülmesine rağmen, anne ve babasıyla bir gün bile geçirememesi üzerinde düşünülmesi gereken bir başka insanlık durumudur. Film, Batı’nın artık yalnız bırakılmış insanlarının, özelde de yaşlıların durumunu içten bir bakışla sergilemesiyle önem arzeder; bunun karşısında diğer bireyler de, sistem de ne yazık ki aciz kalmaktadır. Üstelik bu denli insan-merkezli olan hayat telakkisi, sonunda insanın insana kastetmesiyle korkunç bir sona evrilir. Aralarındaki sevgiden, eşini böyle görmeye daha fazla katlanamadığından veya eşinin daha fazla acıya katlanmaması için onu boğarak hayatına son verir. İnsanın bu şekilde bir irade kullanması değişik açılardan değerlendirilmesi gereken bir durumdur; öte yandan, filmin bu süreci baştan sona göstermesi kamera etiğini karşımıza tartışmalı bir durum olarak çıkarır.