Paulo Coelho’nun “Simyacı”sında ilginç bir bölüm vardır. Türkiye’yi anlamaya çalışan herkesin mutlaka okuması gereken bir bölüm.
Mısır’a gitmek için İspanya’dan yola çıkan genç Santiago’nun Kuzey Afrika’da başından geçen bir olaydır bu. Kahramanımızın parası vardır ama Arapça bilmemektedir. Liman kenti Tanca’da biriyle tanışır. Karşısındaki Avrupalı gibi giyinmiş bir adamdır, üstelik de İspanyolca konuşmaktadır. Birlikte bir kahveye giderler. Santiago ona güvenir ve bütün parasını emanet eder.
Kahveci, Santiago’nun bir tomar para verdiğini görünce dikkat kesilir. Santiago’yu kolundan tutup ona hararetle bir şeyler anlatmaya başlar. Ama kahramanımız Arapça bilmediğinden hiçbir şey anlamaz. İspanyolca bilen arkadaşına kahvecinin ne dediğini sorar.
“Parana göz koymuş” der Mağripli, “Tanca, Afrika’nın başka yerlerine benzemez. Burası bir liman, limanlar da hırsız yuvasıdır.”
Oysa hırsız, Batılı giyimli ve İspanyolca konuşan Mağriplinin ta kendisidir. Suçladığı kahveci ise, Santiago’yu uyarmaya çalışan ama İspanyolca bilmediği için kendisini ifade edemeyen dürüst bir insan.
Santiago aldanır ve bütün parasını kaybeder.
***
Türkiye siyasetinde ne olup bittiğini anlamaya çalışan bir batılıysanız işiniz hiç de kolay değildir. Çünkü kolaylıkla yanılabilirsiniz. Tıpkı bugüne kadar pek çok kez olduğu gibi.
Yakın zamana kadar Batılılar Türkiye’yi ağırlıklı olarak Kemalist Türklerden dinlediler. Neredeyse yetmiş yıl boyunca, Batılılar gibi giyinen ve Fransızca veya İngilizce konuşan seçkinlerle düşüp kalktılar. Akademisyen, diplomat veya gazeteci olarak İstanbul veya Ankara’ya gelenler, onlarla dostluk kurdular; onların kitaplarını okudular.
Cumhuriyetin başından yakın zamanlara kadar çocuklarını Batılı üniversitelerde okutabilen aileler genellikle ayrıcalıklı zümreye aitti. Devlet bursuyla gönderilenler de ağırlıklı olarak o zümreye ve onun ideolojisi olan Kemalizme bağlıydı.
Batı Etnosentrisizmi de bu aldanışta ciddi bir pay sahibi oldu. “Batı dışı toplumlarda bizdeki gibi bir demokrasi olmaz” önyargısına sahip olanlar, “bon pour l’Orient” (“Doğu için iyi”) diyenler, o toplumları “modernleştirdiğini” iddia eden batıcı diktatörlere fazlasıyla “anlayışlı” yaklaştılar, onlar için methiyeler yazdılar.
Kendi dillerini konuşan, “Batılı yaşam biçimi”ne uygun gördükleri insanlar da doğal olarak daha yakın geldi onlara. Birlikte rakı içtikleri insanlarla diğerlerini aynı kefeye koyamadılar ve sıklıkla aldandılar.
Onları uyarmaya çalışan liberallerle diğer demokratlara da hayretle baktılar.
***
Santiago yine de şanslı sayılırdı. Çünkü ortada para gibi somut bir test aracı vardı ve aldatıldığını daha ilk günden anlamıştı. Oysa yıllar boyunca aldatılıp bunu fark etmemek de vardı.
Bugün hala İstanbul’daki eski dostlarından aldıkları tek boyutlu bilgilerle “haber” yapan Batılı gazeteciler var, söze “ben de aslında demokratım ama” diye başlayan emekli diplomatın gözüyle bakanlar var.
Ama eskiye göre az.
Çünkü bu ülkede çok şey değişti. Sınıf yapısı değişti; elitler çeşitlendi. Yani artık kahvecinin çocukları arasında da yurt dışında doktora yapan, İspanyolca konuşabilen ve Santiago’yu uyaranlar var.
Kısacası, hakikati arayan Santiago’nun işi eskisi kadar zor değil.
Bugün Arap Devrimlerinin öznesi olan halklar da ilgiyle izliyor burada olup biteni.
Dünya için burada olup biteni anlamak, sahici bir fotoğraf alabilmek önemli. Geçmişten anlamlı bir kopuşu ifade eden bir demokratikleşme ve özgürleştirme pratiği görmek önemli.
Yeter ki kahvecinin çocukları, bu kopuşun net biçimde görülmesini güçleştirecek yanlışlar yapmasın.