Charlie Hebdo saldırısı bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de tartışmayı tetikledi. Ne olduğu, nasıl olduğu, neden olduğu, böylesi bir saldırının ne gibi sonuçlar doğuracağı konuşulmaya başlandı. Herkes bulunduğu konumdan, önemsediği değerlerden hareketle gördüklerini anlamlandırmaya çalıştı.
“Amalar” olsa dahi Türkiye’de aklı başında hemen hiç kimse terörü mazur görmedi. Eli kalem tutan, ağzı laf yapan herkes şiddeti lanetledi. Evet, şiddeti açıklamak için ortaya konan nedenler bazen meşrulaştırma sınırlarını zorladı. Ancak ne yazık ki çoğu haklıydı. Filistin, Suriye, Arap dünyasındaki otoriterlik, yerli yersiz müdahalecilik, kültürel dışlayıcılık terörün zeminini hazırlamıştı.
***
Ama artık geriye değil ileriye bakmamız, bundan sonra doğabilecek sıkıntıları ne şekilde aşacağımızı konuşmamız gerekiyor. Dünyadaki bütün eşitsizliği ve adaletsizliği bir çırpıda yok edemeyeceğimize, modernleşmenin sorunlarını tek bir olay üstünden çözemeyeceğimize göre, bu olayı doğuran nedenlerden çok doğurabileceği sonuçlar üstünde düşünmekte yarar var.
Böylesi bir olayın ilk ve en önemli muhtemel sonucu önyargılardan mustarip Avrupa’da ırkçılığın ve Müslüman karşıtlığının artması, orada yaşayan Türkiye kökenli insanların zarar görmesi, kültürel kutuplaşmanın derinleşmesi, şiddetin Avrupa kültürünün yeniden parçası haline gelmesidir.
Yunanistan’dan İsveç’e, Bulgaristan’dan İngiltere’ye kadar hemen her ülkede görülen dışlayıcı, ötekileştirici ve üstelik de bazıları şiddet yanlısı akımların ülke siyasetlerini rehin alması, ana akım partilerin bu tür grupların ve anlayışların taleplerini içselleştirmesi olasılığı güçlüdür.
Onlar ötekileştirdikçe “ötekiler” daha da çok ötekileşecek, sonuçta kehaneti 20 küsur yıl önce yapılmış “medeniyetler çatışması” bir şekilde hepimizi içine çekecektir. Kamplaşma Soğuk Savaş’ta olduğu gibi ideolojik kutuplaşmayı, aynı zamanda da çoğulculuğun ve özgürlüklerin feda edilmesini beraberinde getirecektir.
Dünya daha iyi, daha yaşanabilir, daha adil bir yer olmayacaktır. Şiddet siyasetin dili haline dönüşecektir. Fakat bütün bunlar kader değildir. Biraz empati, biraz sağduyu, biraz da şiddet eylemlerine başvuranların ne yapmak, bizi nereye sürüklemek istediklerini düşünmekle sorunun üstesinden hep birlikte gelebiliriz.
Fransa Cumhurbaşkanı Hollande kendisine düşeni yapmış, terörün Müslümanlıkla bağlantısı olmadığını açıklamıştır. İslam dünyasını temsil eden pek çok kurum, şahsiyet ve lider de terörü kınamışlar, İslam ile terörün bir araya getirilemeyeceğini vurgulamışlardır.
Açıklamalar siyasidir, bu yüzden de samimiyet testinden geçirilmesi gereksizdir. Önemli olan açıklamaların yapılmış, şiddet karşısında pozisyon alınmış olmasıdır. Şimdi ise empati yapmanın, terör şokuyla sarsılan Fransa’nın yanında yer almanın zamanıdır.
Türkiye bir son dakika aksiliği çıkmazsa Başbakanı Davutoğlu ile bugün Paris’te yapılacak terör karşıtı yürüyüşe katılacak, Avrupa’daki Türkiye kökenli dernek ve kuruluşlar bu ve benzeri gösterilerde terörü lanetleyecek, bulundukları ülkelerin “yerli halklarıyla” dayanışma içine girecektir.
Medeniyetler arası bir soğuk savaş yaşamak, sonuçlarına katlanmak istemeyen herkesin Başbakan’ın sağduyusunu paylaşması, dahası “karşı tarafı” suçlayacağına sorumluluğu “kendi tarafında” araması gerekmektedir.
El Kaide, IŞİD gibi örgütler yaşadıkları koşulların sonucunda ortaya çıkmış olsa bile seçimleri iradidir. Onları “proje” olarak tanımlamak, olanları “komplolarla” açıklamak bizleri rahatlatabilir ama karşı karşıya olduğumuz sorunu çözmez. Sorun çözmek istiyorsak, şiddet karşısında farklı bir yerde durmadığımızı hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde göstermek zorundayız.
***
Unutmayalım ki Fransa’nın savunduğu değerler uygulamamızdaki sorunlara rağmen bizim de değerlerimizdir. Yapmamız gereken değerlere tepki gösterip uygulamadaki sorunları birbiriyle karşılaştırmak değil, hepsine birden sahip çıkmaktır. Türkiye de Fransa gibi 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin imzacısıdır.
Bu yüzden ifade özgürlüğüne karşı yapılan her saldırı bize de yapılmış bir saldırıdır. İfade özgürlüğünün ihlal edilmesi halinde de, suiistimal edilmesi halinde de yapılacaklar 1950 Sözleşmesi’nin 10’uncu maddesinin iki paragrafında belirtilmiştir. Bu maddenin suiistimali yeterince önlemediğine, kutsallarımızı korumadığına inanıyorsak, yapmamız gereken siyasetin, diplomasinin imkanlarını kullanmaktır...