Donduracağız donduracağız dediler, dediklerini de yaptılar.
Onlar dondurdu dondurmasına ama biz hala sıcak ve capcanlıyız. Avrupa Parlamentosu’nun “ilişkileri dondurma” kararından bahsediyorum.
Kendi çalıp kendi oynayan, verdiği kararın hiçbir bağlayıcılığı olmayan (hoş olsa da bir anlamı yok ya) ve “siyasi bir karar veriyoruz” cümlesini en başından söyleyen bir yapıdan bahsediyorum.
Oysa parlamentonun çatı kuruluşu olan Avrupa Birliği, 1951’de kurulduğunda Avrupa Ülkelerinin kömür ve çelik ihtiyaçları çerçevesinde şekillenmişti. Ama esas amaç Avrupa ülkelerinin bir güç olarak dünya sahnesinde yer almasıydı.
Türkiye de davet edildi. 1963 yılının 12 Eylül’ünde Ankara anlaşması imzalandı ve Türkiye’nin AB süreci resmen başladı.
İnişli çıkışlı grafikle 1980 yılına kadar gelindi. 1980 yılının 12 Eylül’ünde, askeri darbenin hemen ardından Avrupa Parlamentosu değil ama birlik Türkiye ile ilişkileri ilk kez dondurdu.
Haklılar mıydı? İlkeli bir tutum sergilemek bakımından evet. İlişki tarihi boyunca Türkiye’ye yönelik belki de tek ilkeli duruşları bu oldu.
Çünkü daha kuruluşunda İnönü’nün “İnsanlık tarihinin en büyük barış projesi” olarak adlandırdığı oluşum, askerin siviller üzerine silah doğrultup, seçilmiş hükümete darbe yapmasına tavır gösterdi, ilişkileri dondurdu.
Sonra “gümrük birliği”, “euro birliği” geldi, Kömür ve Çelik birliği AET oldu ardından AB diye adlandırılmaya başlandı.
Ancak zengin hıristiyan kulübünün içlerine fakir hıristiyanları da alması halklar arasında tedirginliğe yol açtı. Her ne kadar bunu açıkça dillendiremeseler de dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın ifadesi kavrama dönüştü.
Polonyalı muslukçular
Birliğin amaçlarından biri eşit işe eşit ücret meselesi ve bunun düzenlemesiydi. Ancak beceremediler. Fakir Avrupalıların da birliğe alınmasıyla aynı işi yerli Avrupalılardan daha düşük ücretle yapmayı kabul eden Doğu Avrupalılar, “elitist” söylemlerle aşağılanmaya başladı. Sembol ise “Polonyalı Muslukçular”oldu.
Nefret öyle bir noktaya geldi ki “Brexit”e bir de bu gözle bakmakta fayda var.
Fransız Liberasyon gazetesinin “Biz demokrasi ile mi yönetiliyoruz?” başlığı atıp Fransa’yı Brüksel bürokrasinin yönetmesinden duyduğu rahatsızlığı iletmesini saymıyorum bile.
Ne yapmalıyız?
İşte her yeri tel tel dökülen, dağıldı dağılacak Avrupa Birliği’ne bu gözle bakmakta fayda var. Kendi “muslukçu”larına bile sırf daha ucuza çalışıyor diye ayrımcılık yapan, Doğulu diye aşağılayan bir zengin hıristiyan kulübüne “bu şartlar altında” girmememiz gerektiğinin farkına vardık.
Bu şartlar sürdüğü müddetçe biz de üzerimize düşeni yapmalıyız.
Mesela Suriyelilerin seyahat hakkını artık engellememeliyiz.
AB Bakanı Ömer Çelik’in “AP Kararları Kapıkule’den içeri giremez” sözüne ek yapıp, burada kaldıkları süre içinde elimizden geldiğince iyi ev sahipliği yaptığımız Suriyeli misafirlerimizin Kapıkule’den dışarı çıkma isteklerine artık daha fazla direnmemeliyiz.
Öyle ya. PKK’lıyı, FETÖ’cüyü, DHKP-C’liyi kısaca her türlü teröristi bağrına basan AB’nin herhalde sinesinde bombalar altında inim inim inleyen Suriyelilere de yer vardır.
Engel olmayalım
Ve ayrıca. Ömer Çelik’in titrini de bi zahmet değiştirelim.
Ömer Çelik AB Bakanı değil, ŞB Bakanı olsun.
Göz kırptığımız Şanghay’a güçlü mesaj vermiş oluruz.