Türkiye toprakları, bir tarih ve arkeoloji hazinesine, güzelliği ve zenginliğiyle hayranlık uyandıran bir doğaya sahip. Aynı topraklar 77 milyonluk bir nüfusu barındırıyor. Binlerce yıllık uygarlıkların eserleri üzerinde ve bu verimli doğanın kucağında yaş ortalaması 27 olan bir halk yaşıyor. Bu halk yiyor, içiyor, yatıyor, çalışıyor, okuyor, aile kuruyor, her çeşit hizmete ve enerjiye ihtiyaç duyuyor! Hastane de lazım adliye de, fabrika da lazım santral de...
Peki bu ihtiyaçlar uğruna doğayı sömürüp kirletmek, tarihi ve arkeolojik eserleri tahrip etmek zorunda mıyız? İhtiyaçlarımızı karşılamanın makul, dengeli, kontrollü bir yöntemi yok mu? Doğaya ve canlıların hakkına saygı duyarak, geleceğe doğru yol alırken geçmişten feyz almamızı sağlayan eserleri koruyarak yaşayamaz mıyız? Git gide artmakta olan bu nüfusun çocuklarına bırakmayı ideal olarak gördüğü miras devasa bloklardan oluşan bir site içinde 80 metrekare daire ile hemen dibindeki alışveriş merkezi midir? Biz gelecek kuşağa inşaat yapmak için henüz erişilememiş dağ başındaki ormanları ve turistik gelir sağlayan üç beş tarihi yapıyı mı bırakacağız? Yanında gazlı içecekleri bedava verilen hazır yemek restoranlarında tıkınsın, spa’ların klor kokan ıslak alanlarında toksin atsın yeter, öyle mi?
***
Halime Hatun Kümbeti’nin hemen dibine inşa edilen öğrenci yurdu infial yarattı. Kümbete fon oluşturan ağaçlar kesilmiş, betonarme bir bina dikilmiş yerine... Tabii ki mesele kümbetin siluetinin bozulmasından ibaret değil. Yeryüzündeki en önemli mimari eserlerden biri olan Süleymaniye Camii’nin ve İstanbul’un tarihi yarımadasının siluetini bozan metro köprüsünde de mesele sadece bu değildi. Güncel ihtiyaçlarımızla doğa - tarih koruma arasındaki dengeyi kurmaya teşebbüs bile etmeyip acil tüketime odaklanmamız, hayatımızı gündelik ihtiyaçlarımızı karşılamak üzerine kurmamız... Bu ihtiyaçlar asla bitmez, sürekli artar ve çeşitlenir. Bu zihniyet bizi sonunda bir beton çölünde güneşten, rüzgardan, yağmurdan, kardan korkarak yaşayan, en basit doğa olaylarını afet haline getiren, doğal çevresine yabancılaşmış kobaylar haline getirir. Mesele bu.
Üzerinden yol geçsin diye yıktığımız, temel kazarken bulunca hemen üzerine beton döktüğümüz, baraj yapacağız diye sular altında bıraktığımız, etrafına inşaat yaparken zarar verdiğimiz için çatlayan, o inşaatlardan görünmez hale gelen, restore edilmeyip kaderine terk edilen, yağmacıların insafına bırakılan tarihi eserler ise geçmişle bağımızı koparır. Bir zamanlar bizimki kadar geniş olanaklara, teknolojiye ve servete sahip olmadıkları halde zamana direnen, depremlerde yıkılmayan, yıldırımları savuşturan, sel götürse de su basmayan kentleri ve yapıları, çökmeyen kubbeleri ve onları taşıyan sütunları, dökülmeyen mozaikleri ve dimdik duran heykelleri ibretle ve hayranlıkla izlemezse ne yapacak genç kuşaklar? Otoyol kenarına dikilmiş iş ve alışveriş merkezinin granit zeminini mi takdir edecekler mimari diye? Yoksa müzik ve ışıkla uyumlu fışkıran fıskiyeleri mi!
Kentlerimiz aşırı biçimde genişliyor ve büyüyor. Sanayimiz de bir büyüme olmasa da inşaat ve hizmet sektörü için enerji ve su tükettikçe tüketiyoruz. Tatlı su kaynaklarını kurutuyor. Endemik canlı türlerini bitiriyoruz. Göçmen kuşlara geçit vermiyoruz. Doğanın bizden hesap soracağını görecek kadar yaşamayacağız belki ama kucağında bebek tutanlar çocuklarının, torunlarının o masum yüzlerine bakınca onları nasıl bir dünyanın beklediğinden endişe etmiyor mu? Onları nasıl sağlıklı besleyeceklerini şaşırmış değiller mi?
Çimleri düzenli olarak biçilen birkaç metrekarelik parklarla, iyi bakılsa da refüjlerle, güzel düzenlense de yol kenarı çiçeklendirmesiyle, sağda solda birkaç gül bahçesiyle, her tarafı çay bahçesi ve kafeteryayla doldurulmuş korular ve kıyılarla, dört beş müze ve ören yeriyle dengeli ve uyumlu bir hayat süremeyiz. Ancak geleceği çocuklarımızdan gasp etmiş oluruz.