Terör, düzenli ordularla mücadeleyi imkansız hale getiren bir araç. Teröre başvuranlar, hedef aldıkları ülkenin askeri güçlerinin harekete geçmesini, hatta yıllarca mücadele vermesini ve sonunda da başarı kazanamamasını amaçlarlar. El-Kaide, ABD’yi önce batağa çekip yıllarca zor durumda bıraktıktan sonra ekonomik krize girmesine yol açmamış mıydı? Bu süreç sonunda siyahi birinin başkan olmasına bile razı olacak bir toplumsal dönüşüm yaşanmamış mıydı?
Terör, düzenli olarak asker ve sivillerin ölmesini sağlar, hedef aldıkları ülkenin ekonomisini tüketir, üstelik de tüm siyasi davranışların terör üzerinden şekillenmesine yol açar. Teröristler hedefe koydukları ülkenin sadece iç yapısını değil, dış ilişkilerini de belirlerler. Teröre başvuranları destekleyenlerin düşman devlet, mücadeleye yardım edenlerin de dost devlet sayılmasını sağlarlar.
Neredeyse cumhuriyet tarihindeki üç nesil, Türkiye’nin iç ve dış siyasetinin terörle şekillendiğine tanıklık etti. Silahlı mücadele, kimsenin kazanmadığı bir oyun olarak yıllarca her toplumsal kesimin ve her siyasi partinin davranışlarının merkezine oturdu. Bu çıkmazda, kabul etmek gerekir ki sadece silah gücüyle siyaseti belirlemeye meraklı çevreler kazançlı çıktı.
Konjonktür değişti
İçinden geçmekte olduğumuz konjonktürde, terör uluslararası güç dengelerini düzenlemekte. Teröre başvuranlar, küresel ya da bölgesel güçlerin ittifaklar oluşturmasını ya da karşı ittifaka geçmesini hedefliyorlar. Bu durumda büyük güçlere karşı eylem yapma kapasitesi ya da amacı olmayan terör örgütleri de giderek etkisiz hale geliyorlar.
Daha somut örnek gerekirse, bunu PKK’dan verebiliriz. Kürt hareketinin silahlı unsurları bugün küresel güçlerle ilgili bir hedef ortaya koymadıkları sürece, Türkiye’ye yönelik siyasi yaptırım imkanına da sahip olamazlar.
Bu görüşü destekleyecek gelişmelerin ise, Kobani olaylarıyla yaşandığını söylemekte yarar bulunuyor. “Kobani”, Kürt hareketinin, “radikal İslami örgütlerle mücadele eden ittifak”ı hedef almadığının, tam tersine bu ittifak ile uyumlu olduğunun dünyaya ilan edilmesi anlamına gelmekte. Dolayısıyla hedeflerin de amaçların da bölgesel olduğunu, küresel bir amacın bulunmadığını gösteriyor.
Farklı biçimde ifade etmek gerekirse, eğer PKK ya da uzantıları mesela Türkiye’yi bölecek bir süreci tahrik etmek isteselerdi, bu küresel güç dengesini etkileyecek bir amaç olduğunu ima ederdi.
Tarihsel fırsat
Bugün silah bırakmaktan söz edilebiliyorsa, demek ki silahlı Kürt hareketinin küresel dengeleri yönlendirme kapasitelerinin olmadığı ya da bunu tercih etmedikleri sonucu çıkarılabilir.
Bu durumda gerek ülkenin geleceği, gerekse küresel dengelerin şekillenmesi, Türkiye’nin alacağı kararlara bağlı hale gelmiş durumda denebilir. Görüldüğü kadarıyla Türkiye kararını, çok kabaca ifade etmek gerekirse, “Kürtleri kazanma” üzerine inşa etmiş vaziyette. Sorun şu ki, “ Kürtleri kazanma” siyaseti Türkiye sınırlarının dışını da ilgilendiren bir konu.
Türkiye’nin en iyi tercihi, her bir komşu devletin kendi “Kürtlerine sahip çıkması”. Ancak örneğin Suriye’de “kendi Kürtlerine” sahip çıkan Esad olur ise bunun sürdürülebilir olmadığı, Suriye Kürtlerinin merkezden kopma eğilimlerinin güçleneceği öngörülüyor olabilir. Ayrıca Kürt hareketi açısından çekim merkezinin Türkiye olmasının da hem bazı bölgesel güçler hem de bazı “batılı” ülkeler açısından güç kaybı anlamına geleceği de düşünülmeli.
Türkiye tarihsel bir fırsat yakalamış durumda. Bu, Kürt halklarının güvenini kazanma ve istikrarı kurmakla ilgili bir fırsat. Ama aynı oranda Kürt halkları açısından da bir karar anından söz etmek gerekiyor. İnsanlar, nasıl yaşamak istedikleri konusundaki kararlarını silah pazarlığı üzerinden daha ne kadar sürdürebilirler ki?