Bazılarımı düzenli takip edenler bilir, bir yandan “daha çok demokratikleşme” diyorum, diğer taraftan güvenlikten taviz verilmemesini bekliyorum. Ülkemizde ne yazık ki güvenlik ve özgürlükler birbirinin zıttı kavramlarmış gibi algılanıyor. Biri genişlerse diğeri riske girer sanılıyor. Slogan haline getirilen “elleri tetikten çekelim” cümlesi de bu mantığın bir ürünü.
Oysa ki özgürlüklerin, demokrasinin ve hukukun güvencesi meşru sınırlar içinde hareket eden, gücünü hukuktan alan ve işini çok iyi yapan güvenlik güçleri ve şiddete karşı sıfır toleransla hareket eden yargıdır. Bu temel doğrular ışığında Türkiye’deki manzaraya baktığımızda ciddi bir kararsızlıkdikkatimizi çekiyor. Yeri geliyor reformlar için güvenlik operasyonları askıya alınıyor, yeri geliyor operasyonlar sürüyor diye reformlar yavaşlıyor.
Diğer taraftan kendilerini özgürlükçü olarak takdim eden yazar-çizer tayfası PKK’nın doğasını anlamakta bile zorlanıyor. Oysa ki PKK Suriye’de Esad, Irak’ta Saddam rejimleri gibi baskıcı bir diktatörlüğe hevesli bir örgüt. Şikâyet ettikleri ne varsa hepsini kendileri yapmak istiyor. Diğer faşistlerden tek farkları Kürt olmaları...
Çocuk kaçırıyorlar; adam öldürüyor; tecavüz ediyor; uyuşturucu yetiştiriyor, pazarlıyor ve satıyor; işyerlerini bombalıyor; aydınları tehdit ediyor; otobüs yakıyor; adam kaçırıyor; yol kesiyor, haraç alıyorlar... Ancak tüm bu yaptıklarına rağmen hâlâ bazı kesimler PKK’ya karşı çok merhametli davranıyor.
Radikal’den Orhan Kemal Cengiz bu durumu şu şekilde tasvir ediyor:
“Bütün yaptıklarına rağmen PKK’ya mutlak bir eleştiri muafiyeti tanımış olan hatırı sayılır bir kesim var Türkiye’de. PKK aydınları tehdit ediyor, çıt yok. Seçilmiş belediye başkanını dağa kaldırıyor, kafalarını başka tarafa çeviriyorlar. Çatışmalarla hiçbir alakası olmayan sivil kadınları öldürüyorlar, seslerini çıkarmıyorlar. Kendi militanlarını öldürüyor düzinelerle, öldürülenlerin adlarını bile ağızlarına almıyorlar. İnanılmaz büyük bir ısrar ve inatla PKK’nın yaptığı her şeyde bir hikmet arıyorlar” . (Radikal, 17 Ağustos, 2012).
***
Şiddet nereden gelirse gelsin kötüdür, kabul edilemez. ‘Şiddet kullanma hakkı’ sadece kanunlarla şiddeti/suçu durdurmak için kolluk güçlerine verilir. Bu bağlamda kanunsuz ve meşru olmayan devlet şiddetine karşı çıkanlar aynı cesareti terör örgütünün şiddetine karşı da göstermek zorundadırlar.
Mevcut tabloya baktığımızda, eğer bizler Türkiye’de değil de örneğin İspanya’da veya Almanya’da yaşıyor olsaydık terörü meşrulaştıran, hatta teşvik eden, Kürtlerin sesi olmak yerine ‘terörün sesi’ olan BDP çoktan kapatılmıştı... Eğer bizler ABD veya İngiltere’de yaşıyor olsaydık KCK operasyonları çok daha önce başlamıştı ve yargılanan kişi sayısı bizdekinden çok daha fazlaydı... Eğer bizler Fransa veya ABD’de yaşıyor olsaydık Abdullah Öcalan başta olmak üzere pek çok terör suçlusu çok ağır hapishane koşullarında, hücre sisteminde kalıyor olurdu... Tabii bunları söylerken eğer gelişmiş bir demokraside yaşıyor olsaydık tutuklamak ve öldürmek zorunda kalacağımız terörist sayısının şu ankinden çok daha az olacağını da kabul etmek zorundayız.
***
Ortada kısır bir döngü var. Demokrasi için bazen şiddeti görmezden geliyoruz. Demokrasiyi yeterince beceremeyince şiddeti teşvik edenleri hoş görmeyi, teröristlerin üzerine gitmemeyi demokrasi sanıyoruz. Bu arada, asıl demokrasi bekleyen yığınlar tenis topu gibi bir teröristlerin sahasına düşüyor, bir devletin... Döngü ağır hasarlarla devam ediyor, tam 30 yıldır...
Ramazan Bayramı’nda da bu konuları yazmak zorunda kaldığım için okurlarımdan özür diliyorum. İnşallah önümüzdeki bayramlarda bayramın ruhuna daha uygun yazılar yazma lüksümüz olur. Bu vesileyle tüm okurlarımızın Ramazan Bayramı’nı en içten dileklerimle kutluyorum. Ailenizle, eşinizle, dostunuzla nice bayramlara...