Birinci Cihan Harbi sürecine kadar farklı dini anlayışlar, mezhepler, tarikatlar, ayrı dinlermiş gibi birbirlerine cephe almaz, çatışmazlardı bugünkü gibi. Tam tersine aynı topraktan beslenen, ama farklı tat ve lezzette meyveler sunan ağaçlar gibi birbirlerini destekler, açıklarını kapatırlardı. Ayrılıkları, tamamen insanın doğasının farklı eğilimlerinin birer yansımasıydı. Varlıkları, farklı beşeri ihtiyaçların birer cevabıydı. Bu ekollerin mensupları da bu gerçeğin bilincinde hareket ediyorlardı. Bu bilinç, Birinci Cihan Harbi'ne kadar devam etti.
O meşum savaşın sonunda tespihin tanelerini birbirine bağlayan ip kopunca, her bir ekolün, her bir meşrebin bir yana dağılması süreci de başlamış oldu. Kuşkusuz tespihin imamesi konumundaki Hilafetin Kaldırılması, bu kopuşun üstyapıda iyice pekişmesine yol açtı ve tabana yayılması da artık önlenemez bir hal aldı. Günümüzdeki durum, üstyapıdaki kopuşun altyapıda da kalıcı olduğunun en somut göstergesidir. Birbirinin kuyusunu kazmayan İslami ekol, meşrep, mezhep yok gibi.
Söylediğimiz gibi Birinci Dünya Savaşı, kopuşun resmen ilan edildiği bir milat oldu. Ama hem öncesinde hem de belli bir süre sonrasında, geçmişin devamı mahiyetinde farklı meşreplerden besleniyor olsalar da asıl membaı gözeten, ona göre davranan hareketler de eksik olmadı. Cezayir'de Fransızlara karşı Şeyh Abdulkadir el-Cezairi, Libya'da İtalyanlara karşı Ömer Muhtar, Irak Kürt bölgesinde İngilizlere karşı Şeyh Mahmud Berzenci, Kafkaslarda Ruslara karşı Şeyh Şamil ve ülkemizin doğusunda önce Ruslara, sonra da tek parti rejimine karşı Şeyh Said gibi. Bu isimlerin ve benzerlerinin tümünün ortak özelliği tasavvufi yönleriyle ortaya çıkmalarına karşın, ilmi, kelami, fıkhi yönlerinin de son derece güçlü olmasıydı, hatta birer müderris kadar ilmi yetkinliğe sahip olmalarıydı. Bu yüzden varoluşlarının ana kaynağına kast etmiş saldırılara karşı direnmekte tereddüt etmediler.
Sonunda sürgün edildiler, idam edildiler ama bizlere de onur duyulacak bir miras bıraktılar. Hiç kuşkusuz bunların içinde en ağırı, süreci itibariyle en acı vereni, Şeyh Said'in hareketiydi. Çünkü yukarıda saydığımız isimler arasında sadece o, resmen de olsa "Müslüman" olan, en azından resmen Müslümanlıktan ayrıldığını ilan etmeyen tek parti sistemine karşı mücadele veriyordu. İslam tarihi boyunca verilen mücadelelerin en çetin olanları bu tür mücadelelerdir nitekim. İnsanı elden ayaktan düşüren, çaresiz bırakan "Müslümanlara kılıç çekme" töhmeti ile karşı karşıya getirir. Nitekim Şeyh Said hareketinde de öyle oldu. Tamamen dini, milli ve özgürlükçü endişelerle yola çıkan Kürtlerin desteği ile gerçekleşen bu hareket hala "ihanet" töhmetiyle karşı karşıya kalabiliyor.
Bu tür mücadeleler, İslam tarihinin en çetin mücadeleleridir dedik. Bunun ilk örneği Hz. Ali'nin, halife seçildikten sonra resmen "Müslüman" olan, başlarını secdeden kaldırmayan güruhlara karşı verdiği mücadeledir ve bildiğiniz gibi hem Hz. Ali'nin kendisi, hem de bütün Müslümanlar bu süreçten dolayı büyük acı duymuşlardı. Nitekim bir rivayette belirtildiğine göre Peygamberimiz, vereceği bu çetin, bu acı mücadeleyi kast ederek Hz. Ali'ye "Ben Kur'an'ın inişi (tenzili) için savaştım, sen de yorumu (tevili) için savaşacaksın" buyurmuştur.
Kur'an'ın inişine cephe alanların inkâr nitelikleri açıktır, ama uygulamasına, yorumuna karşı duranların yüzlerindeki maskeyi indirmek dünyanın en zor işidir.