2 Kasım 2016 günkü Hürriyet Gazetesinde Gülse Birsel’in köşesinde taşıdığı “İnsanlar Neden Korkuyor” başlıklı yazı ile alâkalı cevabımdır.
Sevgili Gülse Birsel;
Dünyaya bakışımız, onu algılayışımız ve ona verdiğimiz tepki farklı olabilir. Ama yazındaki “hayatı boyunca vatanında çalışmak, yaşamak ve vatanında ölmek” ortak parantezi bana bu yazıyı yazdırdı. Madem ki bu noktada buluştuk, biraz dertleşelim. Sen derdini, çevrendeki insanların dertlerini yazmışsın. Ben de benden, kendi çevremden biraz bahsedeyim.
Yüzlerce, binlerce kişinin “yurtdışında oturma izni, vatandaşlık alma, çalışma izni” başlıklı konferanslarda salonları doldurduğunu da gelen spam e-postalardan, linkedin mesajlarından takip etmiş bulundum.
Türkiye çok zorlu bir süreçten geçiyor. Hiçbirimizin keyfi yerinde değil. Her güne acaba bugün nasıl bir gündemle muhatap olacağız kaygısıyla başlıyoruz. Bütün bunlar benim için de geçerli.
Altı aylık oğluma bakarken çokça düşünürken buluyorum kendimi. Ona sarılıp koklarken ona nasıl bir Türkiye bırakacağımı düşünüyorum.
Ama sonra ne oluyor biliyor musun?
Aklıma 15 Temmuz gecesi geliyor ve o anda oğluma sarılıyor olabilmenin bile farkında olmadığım bir nimet olduğunu fark ediyorum.
Mesela senin yazını okurken de aynı şey geliyor aklıma. Acaba darbecilerin Türkiye’si Gülse Birsel’in komedi dizilerine izin verecekler miydi?
Senin yazdığın yazıyı yazdıracaklar mıydı?
Yayınlayacak bir Hürriyet bırakacak mıydılar sana, aynı bina içindeki CNN Türk’ü basıp yayını durduranlar.
Sanmıyorum.
İşte bu yüzden “Evet, 15 Temmuz kötüydü ama…” deyip geçemeyiz.
Şu anda çok çetin bir mücadelenin verildiğini, kanser gibi devletin ve milletin büyük kısmına sızmış bir lanet yapının temizlenmeye çalışıldığını, bir yanda sınırda hem Suriye’nin, hem Irak’ın ateş çemberi olduğunu akılda tutmak gerekiyor.
Yani evet, bu bizim memleket İsveç Norveç Danimarka üçgeninin birleştiği noktada, Tromsö-Narvik dolaylarında bir ülke olsaydı da şimdiki idarecilerimiz ülkeyi bir halatla çeke çeke ortadoğunun bu kara bahtlı coğrafyasına çekmişlerse yine haklı gitmek isteyenler. Burası da taşınılacak yer miydi canım!
Kanada’nın Başbakanına, İskandinavların eğitim standartlarına, Güney Kore’nin, Tayvan’ın teknoloji hamlesine bakıp iç çekmek güzel de Suriye’nin, Irak’ın, İran’ın komşusu olmanın, sadece onlara değil onların tüm dertlerine belalarına komşu olmanın dayanılmaz ağırlığını kim kaldıracak?
911 km sınırımız olan Suriye’de son 5 yılda 600 bin insan öldü, hemen şuracıkta, Istanbul’dan uçakla 1.5, arabayla 10 saat mesafede…
Bütün bunlar yetmezmiş gibi biri FETÖ, biri PKK, 40 yıldır topraklarımıza çöreklenegelmiş, başımıza tebelleş olmuş iki örgütün birden bitirilmeye, tarih sahnesinin karanlık sayfalarına gömülmeye çalışıldığı günleri yaşıyoruz bir yandan.
Keşke bebek doğarken annenin canı hiç yanmasa, hiç kanı, teri, göz yaşı akmasa,
Ya da neşter vurulmasa ameliyatlarda vücuda hiç ama iyileşebilsek.
Olabiliyor mu? Olmuyor.
Dünya güzeli bir bebek doğacak diye annesi dünyanın acısını çekiyor.
İşte bizim memleketin dertleri de böyle. Çok dert var, çokça çetrefilli. Ama güzel günlere çıkacak sonu. Çünkü artık sinek avcılığı yapmıyor devletimiz. Bataklıklar kurusun diye bütün bu uğraşlar.
Bizler de bu doğum sancılarını bekliyoruz işte.
Gidecek başka ülkemiz yok. Hem olsa da gidemeyiz zaten.
***
Sözün özü şu zorlu günlerin de bir sonu var elbet. Tüm terör örgütlerine artık geri dönüşü olmayan bir savaş açıldı. Ve 80 milyonluk bir millet, bin yıllık bir devlet geleneğinin temsilcisi olan bir devlet yenilmeyecek bu savaşta.
Şu andaki çırpınışları, saldırgan ve hoyrat tavırları da bu yüzden.
Şimdi dişi sıkma vakti.
Tam da böylesine zorlu bir süreçte, tam da ortasındayken savaşın, “ben gidiyorum” diyene de dur denmez elbet. Ama bir yandan gidilmez de…
Hani demişsin ya gitmeyi düşünenler için, “Avukatlar, doktorlar, mimarlar, sanatçılar” diye…
Dünyaya avukat, doktor, mimar gelmedilerse bu insanlar ya da bir başka ülkede yetişip de Türkiye’ye taşınmadılarsa, bu ülkeye borçlular demektir.
Öyle kolay gidilmez biraz düşününce...
Bir de o “Gidiyorum abi ben” diyen sanatçılar, mühendisler var ya, onların memleketteki analarını-babalarını, kardeşlerini yine bu devlete, bu ülkeye emanet edip gidiyor olmaları da ayrı bir ironi, ayrı bir çelişki değil mi? Anasını-babasını, kardeşlerini de alıp Paris’e yerleşeni hiç duymadım zira...
Bir de bahanelere de gerek yok aslında. “Yaşam şeklimize müdahale ediliyor” diyen bin kişiye sormuşumdur, “neyinize müdahale edildi şimdiye kadar” diye, bir kişiden bile yanıt alamadım.
O yüzden gidenlere tavsiyem “Bu ülke çok çetin bir mücadele veriyor, ben bu mücadelenin bir parçası olmak istemiyorum, bu mücadeleyi vermek istemiyorum, buna enerjim yok, ileride işler düzeldikten sonra gelirim.” desinler dürüstçe.
Sen, ben, yani biz, gidemeyenler, kalanlar olarak bu mücadeleyi onlar için de veririz...