Bir önceki yazımda Amerika’da yeni yayınlanan bir kitaba atıfta bulunmuştum: Pakistan kökenli İngiliz hukukçu Sadakat Kadri’nin “Heaven on Earth: A Journey Through Sharia Law” (Yeryüzünde Cennet: Şeriat İçinde bir Yolculuk) adlı eseri.
Oradan devam edelim...
Söz konusu kitaptaki ilginç noktalardan biri, “işkence” pratiğinin İslam dünyasındaki seyrine dair sunduğu gözlemler.
Buna girerken, evvela işkencenin Ortaçağ Avrupası’nda çok standart bir “sorgu yöntemi” olduğunu da hatırlatalım. Tutuklanan hemen herkesin ağır şekilde “elden geçirildiği” bir devirden bahsediyoruz. (Tam da 2000’lere gelene dek Türkiye’de olduğu gibi.)
Peki işkencenin vaka-i adiye olduğu bu dünyada şeriat neyi öngörüyormuş?
Kadri şöyle yazıyor:
“İşkence, İslam fıkhı tarafından başlangıçta yasaklanmıştı... Fahiklerin büyük çoğunluğu, belirli bir suçtan itham edilen sanıkların sessiz kalma hakkı olduğunu kabul etmişti. Hatta Hanefiler, idam gerektiren bir suçta işkence yoluyla itiraf elde etmeye çalışan bir hakimin kendisinin idama mahkum olması gerektiğini savunacak kadar ileri gitmişti.” (s.140)
Fakat yazar, “başlangıçta” böyle olan durumun, giderek değiştiğini de anlatıyor. İzah ettiğine göre, dokuzuncu yüzyıldan itibaren önce Maliki sonra da Hanbeli mezhebinden olan bazı fakihler işkenceye cevaz vermeye başlamış.
Buradaki kritik nüans, işkenceye yakılan bu yeşil ışığın “siyasi ihtiyaçlardan” kaynaklanmasıymış. Bir başka deyişle, giderek güçlenen ve merkezileşen devlet aygıtı, otoritesini sağlamlaştırmak için ihtiyaç duymuş işkenceye. (Yahut “zındıkların katli” gibi otoriter uygulamalara.)
Sadakat Kadri, bu duruma bir örnek de Osmanlı’dan getiriyor. Osmanlı’nın Hanefi fakihleri, hırsızlık gibi bireysel suçların yargılanmasında işkenceyi men etmeye devam etmişler. Ancak “Sultan’ın otoritesine karşı işlenen suçlar”a gelince, durum değişmiş! (s.141)
Kısacası işkence, “şeriattan” değil, “devletten” çıkmış...
Fikir özgürlüğü
Kuşkusuz bu meseleler gazete köşesinde vuzuha kavuşturulamayacak kadar karmaşık. Ancak akademinin kapalı dünyasına terk edilemeyecek kadar da önemli.
Önemli, çünkü son bir asırdır gerek Türkiye’de gerekse İslam dünyasının genelinde bir hukuk sefaleti hüküm sürüyor.
Şeriat hayatın dışında kalmış, onun yerine ikame edilen modern kanunlar da, bu coğrafyada zaten yüzyıllardır hüküm süren müstebit devletleri daha beter azmanlaştırmış durumda. (Bkz: “Devrim Kanunları” gibi vehametler.)
Bu sebeple, birey hak ve özgürlüklerini korumak için gerekli kriterleri bir tek Batı’dan bulup getirebiliyoruz. Ancak onlar da yabancı kalıyor ve dolayısıyla eğreti duruyorlar.
Dolayısıyla bence “şeriat”a yeniden dönüp bir bakmak lazım.
Örneğin, İmam Şatibi’nin, İslam düşüncesi açısından büyük önem taşıyan, ancak bizde nedense pek anılmayan “şeriatın maksatları” (makasıd-ı şer’ia) yaklaşımını hatırlamak lazım.
Şatibi’ye göre, tüm şeriat, aslında beş temel değeri korumak içindir: Can, mal, din, akıl ve nesil. (Dikkat ederseniz, “yüce devletin ve devletlülerin korunması” diye bir şey yoktur burada. Aksine, devletten de korunacaktır bu temel değerler.)
Eğer buradaki felsefeyi anlar, ihya eder ve yeniden yorumlarsak, ufuk açıcı çıkarımlar yapabiliriz.
Örneğin, bakın, eskiden Boğaziçi’nde, şimdi de Malezya İslami Finans Üniversitesi’nde ders veren Prof. Dr. Murat Çızakça, Türkiye’nin fikir özgürlüğü açığına dair şöyle demiş:
“Fikir özgürlüğü, hıfz al-akl [aklın korunması] gereğidir. Şeriatin amaçlarındandır. Fikirler dolayısıyla tutuklamalar Şeriat’a aykırıdır.”
Bence de öyle. Ve onun için “şeriat isteriz” deyip duruyorum...