Son on yılda “Kopenhag kriterleri”ni çokça konuştuk, tartıştık. Çoğumuz Avrupa Birliği’nin demokrasi ve insan hakları standartlarını içeren bu değerler manzumesinin Türkiye için gerekli olduğunu savunduk. (Ben hala da savunuyorum, çünkü “Ankara kriterleri”ne hayran olamadım henüz.)
Ancak bunu yaparken, yani Avrupa’nın siyasi ve hukuki kriterlerinin ithalini isterken, biraz tuhaf olmuyor da değil insan. “Elin gavuru bunları düşünüp bulmuş da, biz niçin yerimizde saymışız” gibi sorular geliyor akla. “Hiç kimseye işkence yapılmasın” gibi iyi bir fikir, örneğin, niye Avrupalıların aklından çıkmış da, biz ancak onların telkiniyle, baskısıyla, “ilerleme raporu”yla filan işkenceden uzaklaşabilmişiz?
Bu gibi sorular, son iki asırdır, İslam dünyasındaki okur-yazarların aklını kurcalar durur. Bunlardan bazıları, “bizim medeniyette iş yok arkadaş” diye özetlenebilecek bir kendini-inkar yolunu seçer. Onların tam karşısında yer alanlar ise, Batı’nın emperyalist yönünü öne çıkararak, “insan hakları filan yalan, biz bize yeteriz” diye özetlenecek bir içe-kapanmacılık savunur.
Fakat üçüncü bir yol daha var: Başka medeniyetlerin objektif başarılarını takdir etmek, ancak bunların o medeniyetlerin özündeki bir üstünlükten değil, tarihsel şartlardan kaynaklandığına hükmetmek. Ve dolayısıyla “öz”ü koruyarak, hatta ihya ederek, tarihsel şartları geliştirmeye çalışmak.
Ancak bu üçüncü yol da, “haydi tutalım bu yolu” demekle olacak bir iş değil. Belirli bir tarih bilinci gerektiriyor. Özellikle de İslam dünyası ve Batı arasındaki zıtlıkların tarihine dair bir bilinç.
Yeryüzünde Cennet
İşte tam bu konuda ufuk açabilecek bir eser yayınlandı bu yaz Amerika’da: Pakistan kökenli İngiliz hukukçu Sadakat Kadri’nin “Heaven on Earth: A Journey Through Sharia Law” (Yeryüzünde Cennet: Şeriat İçinde bir Yolculuk) adlı kitabı.
New York Times gibi önemli gazetelerde yorumlanan kitap, şeriatın tarih içindeki serüveni inceliyor. Bu arada şeriat ile Ortaçağ Avrupası arasında yaptığı bazı karşılaştırmalar ise çok ezber bozucu.
Sözgelimi, Ortaçağ Avrupası’nda bir sanığın suçlu olup olmadığı nasıl “ispatlanıyor”muş, biliyor musunuz?
Ona işkence yapıp mucizeyle kurtulup kurtulmadığına bakarak!
Norman ve Cermen hukukunda, örneğin, bir başkasının karısını ayartmakla suçlanan bir adamın masumiyetine, ancak “kızgın bir demiri eliyle tutması ve bundan yara almadan kurtulması” sayesinde hükmediliyormuş. Bir diğer yargı tekniği ise, sanığı ağır taşlarla bağlayıp suya atmakmış. “Eğer masumsa Tanrı onu kurtarır” düşüncesiyle...
“Buna karşılık, İslam hukukçuları yargı sistemini hiç bir zaman mucizelere dayandırmamıştı” diyor Sadakat Kadri. Aksine, “şahitlik ve deliller konusunda sofistike kural ve kriterler geliştirmişlerdi.”
Öte yandan, “sanık hakları” dediğimiz (ve Türkiye’de hâlâ pek parlak olmayan) ilkeler konusunda da şeriat çok ileriymiş. Kadri’nin ifadesiyle:
“12. yüzyılda [Müslüman Endülüs’teki] Sevilya’da yazılan bir hukuki metin, haksız şiddete karşı gardiyanları uyarmakta, dahası sanıkların ziyaretçi kabul etme ve bir an önce hakim karşısına çıkma hakkını savunmaktadır. Dahası, ‘Devletin hiç bir yetkilisi, bir hakim veya vali izni olmaksızın, hiç kimseyi hapsedemez’ demektedir. Bu, Avrupa tarihinde kaydedilmiş bilinen ilk adil yargılama şartıdır. ”
İlginç, değil mi?
Aynı zamanda da düşündürücü ve soru sordurucu:
İslam dünyası, bundan dokuz asır önce “adil yargılama”nın öncüsü imiş de, bugün niye değil?
Acaba Müslümanlar, şeriata içkin olan erdemleri göz ardı etmiş, yahut şeriatın “lafzına” odaklanırken, onun “maksatlarını” unutmuş olabilirler mi?
Çarşamba günü devam edelim...