"Şeriat gelsin diyorsunuz da kimin şeriatı? Selefilerinki gelse Sufileri keser. İslamcılarınki gelse hem Selefileri hem Sufileri keser. O ağzınızdan düşürmediğiniz Osmanlı şeriatı gelse hepinizi keser". Bir İlahiyat profesörünün sözleri bunlar. Bütün farklı durumlarda şeriat hep kesen bir şey. Selefiler, Sufiler, İslamcılar ve Osmanlı hep şeriatla kesiyorlar. Şeriat "keser" olarak imgeleniyor. Şeriatın kesme imgesi Cumhuriyet dönemi "şeriatçılık" adı altında üretilen İslam karşıtlığı söyleminin bagajıdır. Elbette bu bagaj, egemen batıcı elitlerin söylemidir.
Şeriatın keser olduğunun üretimi, bir örnek olayla sahnelendi: Menemen Olayı. Menemen Olayında güya şeriat isteyenler bir masum subayın başını kesmişlerdi. Tertibatı hazırlayanlar, artık şeriatı kesmekle eş anlamda kullanacaklardı. Hem de kör bağ bıçağı ile baş kesen bir şey. Bu karşıt ve karalayıcı şeriat söylemi her zaman dine baskı için kullanıldı. Necip Fazıl, bunu cesurca anlatır. 31 Mart'ta "şeriat gidiyor" denerek isyan edilmiş ve birçok günahsız insanın kanına girilmişti. Cumhuriyet döneminde de "şeriat geliyor" denmeye başlandı. "Şeriat geliyor" ve "şeriat gidiyor" önermelerinin temelinde korku ve siyaset iç içe geçer.
1993 yılında, Uğur Mumcu'nun ölümünden sonra da "şeriatçılık söylemi" üretildi. Uğur Mumcu, profesyonel bir şekilde katledilmişti. Kardeşi Ceyhun Mumcu, yıllarca bunu dillendirdi. Fakat Mumcunun cenazesini kaldıranlar, Ankara'da düzenlenen mitingde "kahrolsun şeriat" sloganları attı. Şeriat yeniden bir korku ve tehdit siyaseti olarak harekete geçirildi. Özal'ın Türkiye'yi sivilleştirme siyasetinin sürdüğü dönemlerde olmuştu bunlar. Laikçiler, Kemalistler ve alevi yurttaşlarımız yeniden şeriat gelecek diye endişeli olmaya başladılar.
Afganistanlı Müslümanlar, Sovyetlerin işgaline karşı savaşırken mücahitti. Batı medyasında mücahitler diye övülüyordu. Ülkelerini işgalden kurtaran onurlu insanların mücadelesi diye anlatılıyordu. ABD işgal edince, bu defa Afganistan mücahitleri şeriatçılıkla gündeme geldiler. Kabileci ve geri yaşamları, kadınlara karşı gelenekçi dışlama tutumları, savaşlar ve kamp yaşamıyla gelen patolojik tutumlar, "şeriatçılık" ile kodlandı. Arkasından daha sinematografik ve Ortaçağ Batı muhayyilesi ile birleşecek biçimde IŞİD'in barbar uygulamaları, medyaya "şeriatçılık" diye servis edildi. Yezidi kadınları cariye diye pazarlarda satan, onları zorla köleleştiren ve tecavüz edenler savaşın, yoksulluğun, işkencehanelerin ürettiği patolojik kişilerdi.
Şeriatçılığın "kesme" ve dört kadınla evlenme şekline indirgenme siyaseti, demek ki epeyce küresel bir egemenliğe dayanıyor. Yerel düzeyde bunu temsil edenler de bunun bir parçası aslında. Şer'i şerifi lağvedenlerin Müslüman toplumda sebep oldukları mesafe Menemen Olayı ile aşıldı.
Ne Afganistan'da yapılanlar doğru, ne de DEAŞ'ın yaptıkları. Osmanlıda uygulanan şer'i şerifi veya İslam hukukunu bunlarla aynı kategoriye koyarak "kesmek" diye imgelemek bambaşka bir şey. Osmanlının kurduğu toplumsal düzenin, hukukun, miras normlarının vs temelinde şer'i şerif vardır. Bu normlar, kendi döneminde dünyaya örnek olacak bir adalet ortaya koymuştur. Kadılık kurumu ve ona bağlı olarak uygulanan adalet ve şeriat ilişkisi tecrübeye, dengeye, düzene ve hakka dayanır. Bunun için sadece şer'iye sicillerine bakmak yeterli. Ömer Lütfi Barkan'ın, Cumhuriyetin 50. Yılı münasebetiyle yayınlanan kitapta, "Osmanlıda Örfi ve Şer'i Hukuk" makalesi çok aydınlatıcı. Halil İnalcık, bu makaleden aldığı ilhamla Osmanlıda Din Devlet İlişkileri adıyla bir kitap yazdı.
Müslümanların fıkıh geleneği ve şer'i şerifi 14 asır boyunca toplumlara düzen vermiş, insanlara adalet sağlamış, haklar ve sorumlulukları tanımlamış. Bütün bunları yok sayarak Osmanlı şeriatı keser gibi sonuçlar çıkarmanın ne Müslümanlıkla ne de bilimle bir ilişkisi var.