Milli iradeyi hakim kılmak ilkesi kökten bir değişimi ortaya koymuştu. Ve 1919’da ortaya atılan bu ilke, 29 Ekim 1923’de doğal sonucuna ulaştı. Türkiye bir cumhuriyet olarak tarih sahnesinde yerini aldı ancak demokrasiye kavuşmak için 1950 yılını bekleyecekti. Yani Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir duvarlara yazılsa, kitaplara, belgelere, gazete başlıklarına taşınsa da bunun gerçekleşmesi için çeyrek yüz yıl daha bekleyecekti millet. Atatürk “Yeni Türkiye’nin Eski Türkiye ile hiçbir alakası yoktur. Osmanlı Hükümeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur.” (Nutuk II S 437) derken milli egemenliğin mutlak olduğunun altını çiziyordu. Aslında egemenlik kayıtsız şartsız CHP’nindi. Hanedan egemenliği yerini siyasi bir oluşumun egemenliğine terk ediyordu. Tabi bu gün NATO, OECD, AB gibi kuruluşlara üye olan ya da olmak için baş vuran Türkiye’de milli irade ve egemenlikten ne kadar söz edilir o da ayrı bir tartışma konusudur. Ne var ki, bu gün dünyada mutlak egemenlik ve milli irade kavramları değişmiştir. Ancak bu değişimden salt batılı büyük güçler yararlanmaktadır. Örneğin bu büyük güçler şöyle ya da böyle Türkiye’nin iç işlerine karışabilirken Türkiye’nin böyle birşey yapması söz konusu mu? Düşünün hele!
OSMANLI’DAN DEVAM EDEN KÜLTÜR
Yasalarla devletin temel ilkeleri ve yapısı değişti değişmesine de toplumsal-kültürel değişim gerçekleşmedi. Donduruldu sadece. Bu günse Osmanlı Türkü’nün kültürü güçlü bir biçimde canlanıyor. Neden mi? Her şeyden önce uluslararası kültür diye bir şey yoktur. Her toplumun kendine özgü bir kültürü vardır. Başka bir kültürden alıntı yapmak, esinlenmek mümkündür ama o kültürle tümüyle bütünleşmek mümkün değildir. Osmanlı da tarihi boyunca batıdan kültür alıntıları yapmıştır ama Batılı olmamıştır. Cumhuriyet de bütün çabalarına rağmen ancak Batıcı olabilmiştir, Batılı değil. Alaturka (Türk gibi olmak) sözcüğünden nefret eden Batıcılar, çok çabalamışlar ama bir türlü Alafrangaya (Frenk /Batılı gibi olmak) dönüştürememişlerdir ülkeyi. Bunların en büyük yanılgısı, “batı kültürü” diye bir kültürün olduğunu varsaymalarıdır. Batılı diye andığımız toplumlar Rönesans’tan bu yana ortak çizgi ve kültürlerinde birbirlerine yakın olsalar da her biri ayrı bir kültüre sahiptir.
Bizim kültürümüz özgün geleneklere, “örf ve adete” dayanır. Anadolu-İslam Kültürü bin yıllık bir olgudur ve gerçekten de Osmanlı kültürü yeniden filizlenip gelişmektedir ülkede. “Örfüadat , gelenek bir toplumun yaşamını biçimlendiren, onun doğa ve toplum içinde davranış biçimlerini belirleyen bir sosyo-psikolojik mekanizmadır. Körü körüne ona uyarsınız, onsuz toplum içinde yaşamınızı sürdüremezsiniz. “ (Osmanlı-Halil İnalcık—S 134-135)
Hiçbir Türk, Osmanlı dünya devletini, Süleymaniye Camii’ni ya da Yunus Emre ve Fuzuli’yi kendi tarihinden ve mili bilincinden söküp atamaz. Le Courbusier’nin mimarisine hayran kalıp bayılsanız da Koca Sinan kadar etkileyemez sizi; Mozart sizi coştursa da Dede Efendi gibi göz pınarlarınızdan iki damla yaşın yanaklarınızdan aşağı süzülmesini sağlayamaz. Biz biçim olarak alafranga görünsek de özümüz alaturka’dır. Bu da, inanın, hiç de kötü birşey değildir...