Yazar Sevan Nişanyan’ın İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) aleyhine söylediği sözler, dindarlar arasında anlaşılır bir tepki yarattı. Ben de, tekrarına hiç lüzum görmediğim bu sözleri çirkin ve saygısızca buldum, kınadım, kınıyorum.
Ancak bunun ötesinde de söylenmesi gereken şeyler var bu konuda.
Önce belki şunu teslim etmek gerek: Müslüman olmayan insanların, İslam peygamberine aynı Müslümanlar gibi saygı göstermelerini beklemek biraz anlamsız olur. Örneğin onun Allah’tan vahiy aldığına (Sevanyan’ın tabiriyle “kontak kurduğuna”) elbette inanmayacaklardır. İnansalardı zaten Müslüman olurlardı.
Benzer şekilde, bir ateistin, Müslümanları “boş bir efsane peşinde gideninsanlar” olarak görmesi doğaldır. Aynen Müslümanların da ateistleri cehennem yolundaki gafiller olarak görmesi gibi.
Ben bu gibi görüşlerin ifadesinin “nefret suçu” sayılmasına taraftar değilim. Ancak, birlikte yaşama adına, daha saygılı üsluplar tercih ve tavsiye ederim.
Bediüzzaman Said Nursi’nin bu konuda örnek bir tutumu vardır. Islahat reformları gereğince gayrımüslimlere küçültücü hitapların yasaklanması üzerine bir Müslüman, “Neden kâfir olana kâfir demeyeceğiz” diye sorar. Üstad’ın cevabı şudur:
“Kör adama, ‘hey kör’ demediğiniz gibi... Çünkü eziyettir.”
Eğer Nişanyan da inancını paylaşmadığı Müslümanlara buradaki nezaketin onda birini gösterseydi, daha saygılı konuşurdu ve daha iyi ederdi.
Tehlikeli bir görev
Gelgelelim, Nişanyan’ın yazarın sözlerindeki tek problem, “nezaket eksikliği” değil.
Bundan daha vahimi, İslam peygamberini, risalet vazifesinden “menfaat temin etmekle” suçlaması.
Oysa Hz. Muhammed’in samimiyetini görmek için, Müslüman olmak gerekmiyor. Meseleye “iman”la değil, seküler (din-dışı) ama objektif bir gözle bakınca bile görülen bir realite var ortada.
O da şu: Eğer Hz. Muhammed rahatının ve menfaatinin peşinde olsa idi, kırk yaşına varmış başarılı bir tüccar olarak normal hayatına devam eder, içinde yaşadığı putperest toplumun tüm değerlerine savaş açmak gibi tehlikeli bir işe hiç girişmezdi.
Çünkü, İslam’ın kuruluş yılları bugünden bakıldığında göz kamaştırıcı başarıların tarihi gibi gözükse de, bu denli sıradışı bir başarı başlangıçta hiç öngörülebilir değildi. Aksine, peygamberliğin ilk yıllarında, ortalama bir Mekkeli, Hz. Muhammed’in zaferler kazanacağını rüyasında görse inanmazdı.
Nitekim peygamberin Mekke’deki ilk on üç yılı hakaretler, tehditler ve tacizler altında geçti. Medine’deki ilk altı yıl boyunca, Müslüman toplum defalarca yok edilme tehlikesiyle yüz yüze geldi. Peygamber, ancak hayatının en son yıllarında kısmen rahata ve güvene kavuşabildi.
Şarkiyatçıların gördüğü
Bu tabloyu objektif olarak yorumlayanlardan biri, en ünlü Batılı şarkiyatçılardan William Montgomery Watt’tır. Onun ifadesiyle:
“Hz. Muhammed’in, dünyevi açıdan hiçbir başarı ihtimalinin görünmediği Mekke döneminde, eziyet ve işkencelere karşı bu kadar tahammüllü oluşu, ancak kendisine ve misyonuna duyduğu derin bir inançla açıklanabilir.” (Watt, Muhammad: Prophet and Statesman, 1964, s. 232)
Alman Katolik ilahiyatçı Adam Möhler ise Kur’an metnine bakarak şöyle yazmıştır:
“Biz Kur’an’da son derece orijinal bir dindarlık, derin bir adanmışlık ve şairane bir dil görüyoruz. Bu niteliklerin suni ve zoraki bir şekilde ortaya çıkması, Hz. Muhammed’in basit bir hilekâr olarak değerlendirilmesi imkânsızdır.” (Hans Küng, Islam, 2007, s. 75)
Müslüman olmayan bu Batılı araştırmacılar, İslam peygamberinin Allah’tan vahiy aldığına inanmamıştır elbette. Ama onun vahiy aldığına samimi olarak inandığını teslim etmişlerdir.
Oryantalistin insaflısının dahi gördüğünü göremeyenlere duyurulur.