23 yaşında şehit er Yasin Karaca'nın Almus'taki evi, akşam karanlığında etrafa doluşan arabaların farlarıyla aydınlanınca fark ettik... Fark ettik ki; şehitler hep böyle evlerden yükseliyor göklere...
Komando kıyafeti giydiklerinde onları birbirinden ayırt etmek hiç de kolay değil aslında. O kadar çok birbirlerine benziyorlar ki, hele şehit düştüklerinde... Bir koridor açılıyor, sanki bir ucu Bedir'de, bir ucu Çanakkale'de, bir ucu Kıbrıs'ta, bir şehitler ülkesi aydınlanıyor, derken; şehirler, köyler, evler, çoluk-çocuk, nazlı yarlar, nişanlılar, hepsi arkada kalıyor...
Biz arkada kalanlaraysa yakıcı bir hüzün düşüyor.
Her tarafı çatlaklarla dolu, her tarafı sıvalarla yeniden yapıştırılmış o eski ev, şehit Yasin'in yedi kardeşi, ana-babası ile yaşadığı o ev, bugün insanlarla dolup taşıyor. Başka köylere, kasabalara, ilçeye haber gidiyor, minareler selaları söyledikçe, insanlar biliyorlar ki, ''şehidimiz var''... Şehit olduktan sonra artık Yasin, herkesin evladı, kardeşi, ağabeyidir...
Karlı bir günde, yine Tokat'ın bir köyünde, yine Yasinlerin evine benzeyen bir evde, bir şehidin taziyesine gitmiştim. O gün hayretler içinde kalmıştım, çünkü küçücük köy nasıl da dolup taşmıştı, tarlalarda kılmıştık cenaze namazını... Herkeste hüzün, herkeste vakarlı bir sahipleniş vardı. Ellerindeki cüzlerle, Kur'anlarla taziye evine giden kadınlar görmüştük... Şehidi duyar duymaz başka bir ilçeden kalkıp gelmişlerdi. Duasını yaptılar, Kur'an'ını okudular, hadislerden, hikmetli anlatılardan söz ettiler, en önde dizlerinin üzerine çökmüş şehit ablasını hiç unutamam... Hoca hanımların ellerine sarılıyordu, göğsünü göstererek ''şuramda bir ateş yanıyor' diyordu... Kadınların âminleri, hatimleri, salavatları, bir çeyiz gibi sanki şehidi bekleyen küheylanın heybelerine doluyordu... Tanımadığım bir sürü kadınla, sanki doğduğum günden beri tanışıyormuşum gibi, sarılıp, dualaşıyorduk...
O eski ve her tarafı çatlak evin içinde misk gibi bir koku...
.......................................................
Birilerine itiraz etmek istedim ben, o evi ve şehidin fotoğrafını görünce, bir şeylere itiraz etmek istedim ben...
Niçin zengin olmak, lüks yaşam, asri hayat, seyrettiğimiz her filmde, her reklamda, her şarkı klibinde ısrarla tekrar edilip duruyor? Niçin yoksullukla ilgili bir tek cümle kurmak istemiyoruz, niçin düşünce konforumuzu bozuyor, huzurumuzu kaçırıyor şu yoksulluk?
Niçin zenginlerin konaklarının yakınından bile geçilmez? Niçin zenginlerin nerede oturduklarını hiç bilmeyiz? Niçin zenginlerin önünde hazır olda durmak zorundayızdır? Niçin zenginler öldüklerinde cenazeleri çok kalabalık, arkalarından Fatiha okuyanları ise az olur? Niçin zenginler bayram günü harçlık dağıtırken, fakirlere et ve kumanya verirken, yetimhaneleri ziyaret ederken fotoğraf çektirmeyi çok sever... Ekonomi, moda, medya, politika için zenginler niçin hep önemlidir?
Bilgin muhaddislerden Beyhaki, Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu söylüyor: "Kim bir zenginin önünde eğilir, onu yücelttiği için kendini küçültürse, dinin yarısı gider...'
İnsana malıyla mülküyle değil de, şahsiyetiyle, yapıp ettikleriyle değer vermek, saygı göstermek, sevmek, hatırını tutmak çok daha önemli değil mi?
Sonra, şehadetin hatırı, bir şeylere itiraz etmenin çok fevkinde şeyler söyledi bana:
Şehitler geçerken ihtiramla ayağa kalkmak da misal; geleneğimizin zarif ve vazgeçilmez adetlerindendir.
Bugün biz milletçe ayaktayız...
Çünkü şehitlerimiz var...
Allah onlardan razı olsun, mekânlarını cennet eylesin. Onların sayesinde, memleketimizde güven içinde nefes alıp veriyoruz...
O şehitlerin evleri, bakmayın siz eski veya köhnemiş olduklarına, meleklerin kucaklayıp, iltifatlarla birbirlerine andıkları dünyanın en güzel evleridir onlar... Onlar; altı inci parlaklığıyla çizilmiş, nadide, en seçkin evlerdir...
Çünkü o evlerden çıkan nice yiğit erler, Şehit olarak yazılmıştır göklere...