"Onlar söylenenleri dinleyip de en güzeline uyarlar" (Zümer, 18).
Bu ayet, alimler, entelektüeller, aydınlar, medreseler, üniversiteler gibi bilgi üreten kurumlar ile devleti yönetenler arasındaki ilişkinin çerçevesini çiziyor. Buna göre olması gereken şudur: Aydınlar ve kurumlar, toplumun huzurunu olumsuz yönde etkileyen sorunlar hakkında kendi bilgi ve deneyimleri çerçevesinde objektif çözümler üreterek bunu çeşitli platformlarda dile getirirler. Devleti yönetenler de bunların içinde en güzeli, en yapıcısı, en sonuç alıcısı, en sorun bitiricisi olduğunu düşündükleri görüşü, çözümü, öneriyi devlet politikası haline getirirler. Tarihin akışı, sosyolojinin gelişimi de bu iki kesim arasındaki ilişkinin bu çerçevede geliştiği durumlarda sağlıklı bir yönetim tarzının ortaya çıktığının, toplumun daha huzurlu olduğunun örnekleriyle doludur. Bu mekanizmanın işlemediği veya tersine işlediği, mesela devleti yönetenlerin arzu ettikleri, uygulamak istedikleri politikalara aydınların doğru-yanlış olduğuna bakmadan gerekçeler üretip topluma benimsetmeye çalıştığı durumlarda ise, sorunların katmerleştiğinin, büyüyerek daha tehlikeli boyutlara vardığının, toplumsal huzurun tamamen yok olduğunun şahidi de yine tarihin akışıdır. Kültürümüzün ürettiği siyasetnamelere bakmak bu gerçeği görmek için yeterlidir. O da yetmezse, yakın tarihimiz ve bu bağlamda sebep olduğu sosyal, yönetsel sorunlar bu bakımdan çarpıcı bir örnektir.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra egemen olan tek parti sistemi, ülkemiz açısından, sözünü ettiğimiz normal ilişkinin tersyüz edildiği bir süreci yürüttü on yıllarca. O süreçte, Necip Fazıl gibi entelektüeller, bu çarpıklığa dikkat çekmiş ve normal şartlarda olması gerekenin, alimlerin, entelektüellerin, üniversitelerin ürettikleri objektif değerlendirmelere, devletin kulak vermesi olduğunu ifade etmişlerdi. Tabi, o günün aydınları ve üniversiteleri bu duyarlılıktan ve objektiflikten uzak oldukları gibi, sadece tek parti yönetiminin kendilerinden istediği çarpıtmalara, resmi yalanlara bilimsel kılıflar uydurmakla meşguldüler. Nitekim Necip Fazıl, kendilerini ve hatta hiç kimseyi dinlemeyen, kafasına koyduğu tarzda bir toplum yaratmak isteyen, aydınlardan da sadece "bilimsel" (!) alkış bekleyen zamanın hükümetini, "Başımıza kulak istiyoruz" diye çarpıcı bir şekilde eleştirmişti. Denebilir ki çok azı müstesna, o dönemin aydınında gerçeği görecek göz, yönetimde de dinleyecek kulak yoktu.
Ülkemizde çeyrek asra yakın bir süredir artık yeni bir yönetim anlayışı egemendir. Toplumsal kesimlerin, kanaat önderlerinin, akil insanların, alimlerin, entelektüellerin, objektif bir şekilde bilim üreten üniversitelerin sözü dinleniyor ve imkanlar elverdikçe de uygulanıyor.
Devletin, tarihin akışını, sosyolojinin gelişimini ve objektif aydınların önerilerini dinlediğinin bir örneği, kuşkusuz daha önce adının bile telaffuz edilmediği, en katı yasaklardan biri olduğu Kürtçe seçmeli derslerin okulların müfredatına konulmasıdır. Tabi toplumumuzun huzuru için aydınlarca söylenecek, söylenmesi gereken ve hükümetçe dinlenecek ve dinlenmesi gereken daha çok söz var.
Bu bağlamda Hüda-Par tarihe, sosyolojiye uygun bir politika izliyor. Kürtçe eğitim bağlamında şiddetten, yakıp yıkmaktan, sokakları karıştırmaktan uzak bir şekilde sözünü söylüyor. Kürt çocuklarının Kürtçe (Zazakî-Kurmancî) derslerini seçmeleri için paneller, çalıştaylar, konferanslar düzenliyor. Mesela İstanbul'da, Diyarbekir'de, Batman'da, Van'da, Bingöl'de ve başka yerlerde toplantılar düzenliyor. Toplumdan edindiği intibaı, duyduğu "en güzel" sözü siyasal bir kalıba sokarak, sözün en güzelini duymaya ve pratikte uygulamaya yönelik iradesini ortaya koymuş hükümete duyuruyor.
Kuşkusuz "Güzel sözler Allah katına çıkar; onu yükselten de salih ameldir" (Fatır, 10) ayeti de aydınlar ile yönetimlerin sağlıklı ilişkisinin sonucuna yönelik bir işarettir. Biz sözümüzü söylemeye devam edeceğiz, hükümete düşen de bunların içinde en güzelini alıp yapıcı (salih) bir politikaya dönüştürerek sözü yüceltmektir. Bu gerçekleşirse eğer, Allah katından huzur olarak topluma geri döndüğünü görürüz.