Değerli okuyucularımın belki dikkatini çekmişdir; önümüzdeki seçimlere dâir tek satır bile yazmadım. Bunun muhtelif sebebleri var; bir kere diğer arkadaşlar zâten herşeyi en ince teferruatına kadar öylesine mükemmelen biliyorlardı ki ben şu eksik bilgilerimle yalan yanlış sözler eder de kendimi zor duruma düşürürüm diye çekindim. İkincisi netîcesi zâten belli bir seçimi “irdeleyip” de ne yapacakdım? Eğer bir mûcize filan tahakkuk etmezse işte AK Parti yüzde 43/48 bandında, CHP ise yüzde 23/28 arası kadar oy alacakmış. Kaldı ki bunlar da yukarı/aşağı birkaç puan daha oynasa öyle aman aman değişecek bir manzara-i umûmiye yok.
Benim tuhaf bulduğum bir husus, muhâlefetin kampanya boyunca gösterdiği muhayyile fukarâlığı. Hani, nasıl olsa oyunu daha başından kaybetmişsin; bâri ortaya bir iki çılgın proje at da kamuoyunu biraz olsun öyle dalgalandır, değil mi?
Meselâ, Heybeliada-Zeytinburnu arasına tramvay hattı döşeyeceğim ki Osmanbey taraflarındakiler işden eve rahat gidip gelsinler de!
Tabii bu kadarı abartma faslına girebilir ama yine de şöyle hâfızamı yokluyorum da aklıma dişe dokunur tek bir muhâlefet projesi gelmiyor.
Sözümona, deve yüküyle para da ödedikleri, bir alay danışmanları var. Bunlar danışman mı yoksa daha ziyâde manışman kategorisine mi giriyorlar artık Allah bilir.
Neyse, CHP’nin derdi CHP’ye, benim derdim bana...
Peki, benim derdim ne?
Benim derdim Türkiye’yi önümüzdeki aylarda bekleyen âcil dış sorunlar.
Bizim memleketin âcil dış sorunu zâten hiç bitmez. Bunun en önemli sebebi bulunduğumuz olağanüstü önemli stratejik mevqî. Çağrı Bey’le Tuğrul Bey 950 yıl önce bizleri getirip öyle önemli bir kavşağa yerleştirmişler ki bizler aman istemeyiz, boşverin, lütfen önemsiz olalım, desek dahî kâr etmiyor. Târihimizle ilgilenenler bilirler; biz yükseliş devirlerinde de batış devirlerinde de dünyânın ilgisini şiddetle üzerine toplayan bir milletiz ki benim aslında şahsen bundan bir şikâyetim yok. Ne diyor Tayyib Ağabeyimiz?
İri olalım, diri olalım ama kimsenin elinin kiri olmayalım!
Bence de...
Zâhir olalım, mâhir olalım, düşküne müzâhir olalım!
Eyvallah!
Qâhir olalım, fâhir olalım, sâhir olalım!
Münâsibdir!
Eğer ki ol şûh-i fettân eyler bizleri dâvet...
Misâfir olalım!!!
Olalım!!!
Görüldüğü üzere daha yapacak bissürü iş var.
Bunların hepsini Başbakanımızın sırtına bırakamayız. Bir bölümünü bizzat üstlenmek zorundayız.
Ben şahsen şu misâfirlik bölümüne tâlibim.
Diğer arkadaşlar da birer ucundan tutarlarsa Türkiye’nin önünde kimse duramaz!
Her türlü bahse girerim!
Ama aynı rahatlıkla Sûriye’ye de girer miyim bilemem.
Hani bizlere o her zamanki sempatik tebessümleriyle “Geh, bili bili bili!” yapanlar var ama...
Onlara da “Siz önde buyurun! Biz hemen arkanızdan geliyoruz” demek bana şimdilik daha uygun olurmuş gibi geliyor.
Hem eğilin de kulaklarınıza bir sır ifşâ edeyim:
Üç beş seneye kadar 1918’den sonra aziz Batılı dostlarımızın masa başına oturup da kasden en olmayacak şekilde çizerek birer fitne ve fesad yuvası olarak “mîras” bırakdıkları o sun’î yapılar ister istemez kendiliğinden darmadağın olurken Sûriye ve Irak’ın kuzeyi zâten kendiliğinden gelip kuzeydeki “tabii” gövdelerine eklemlenecek.
Yâni bizim oralara gitmemize gerek yok, onlar kendiliğinden gelecekler.
Başka nereye gitsinler ki?
O bakımdan bizler o ara işi haylazlığa ve de kuşbazlığa vurmayıp evimizin içini şöyle adamakıllı hâle yola soksak daha iyi ederiz gibime geliyor...
Ki yeni “hâne halkı”na mahcûb olmayalım!
“Yeni” mi dedim?
Dil sürçmesi...