Demokrasinin adı eski Yunan’dan gelmiş. Tekrar edip kafa ütülemek istemiyorum. Herkes, kelimeyi ikiye bölebilir, kelimenin iki parçasının anlamlarına bakabilir ve ‘halkın yönetmesi’ tamlamasını bulabilir.
Çok yaygın tarifi, ‘halkın, halk tarafından yönetilmesi.’ Bazı kitaplarda öyle yazar. Aynı tarifin cumhuriyet için de yapıldığına rastladım.
İngilizcesi daha oturmuş: ‘Rule of and by the people.’ ‘Halkı halkın yönetmesi’ daha yalın. Ama bilimsel olması için dolambaçlı cümleler tercih edilebiliyor.
Eski Yunan’da var mıymış demokrasi?
Bana sorarsanız yokmuş.
Bir kere kadınlar hiç hesapta yok. Hep erkekler. Yani nüfusun yarısı gitti.
Dahası var.
Erkek nüfusun da az bir kısmı katılabiliyor seçime.
Köleler katılmıyor. Ve köleler, nüfusun çoğunluğunu oluşturuyor.
Başka memleketlerden göç edip Atina’ya yerleşenler de katılmıyor.
Geriye kalıyor yüzde 20 civarında bir nüfus. Karar süreçlerinde sadece o yüzde 20’nin fikri değer taşıyor.
Bizim ‘beyaz türkler’in, ‘göbeğini kaşıyan adam’ı, ‘dağdaki çobanın oyu’nu niye bu kadar kafaya taktıklarını anlamak zor değil.
Adamlar, ‘eski Yunan’daki gibi, sadece kendi sınıflarının söz sahibi olmasını istiyorlar.
Bizim gibi normal insanların fikir beyan etmesini son derece rahatsız edici buluyorlar.
Her yerde olmuştur böyle sıkıntılar.
Peygamberimiz, kölelere iyi muamele edilmesini, kadınlara iyi davranılmasını tavsiye ederken, Medine’deki ‘mütegallibe’ sınıfı, kendi aralarında, ‘yakında develere de hak tanıyacak’ diye ileri geri konuşuyordu. (Abdullah İbni Übeyy’in çevresindeki o ‘zümre’ye -günümüzle kıyas ederek- ‘Beyaz Medineliler’ demek uygun düşer mi? Veya, Mekke’nin ‘müstekbir’leri için ‘Beyaz Mekkeliler’? Niye düşmesin?)
Tabii, hayat, bazen, o ‘mütegallibe’ sınıfının istemediği istikamette gider.
Türkiye’nin demokrasi hikayesi biraz öyle oldu.
40’larda, 50’lerde, 60’larda, 70’lerde, 80’lerde, 90’larda... Yahu, boyuna yapmışlar, bakıyorum da hilesiz, tuzaksız zaman yok!
90’larda, tamamen şirazeden çıktılar.
O ne azgınlıktı ya Rabbi!
Bir arkadaşım vardı, biraz solcumtrak, ama itikadı var. Arabaya binerken ‘bismillah’ demiş de, arkadaşı ona sormuş: İdeolojik olarak mı söylüyorsun yoksa alışkanlık mı?
Besmele çekmek bile sorundu.
Rahmetli Hafız Edhem Mollaömeroğlu Rize şivesiyle, 40’ları güzel anlatırdı.
‘Derler ki camiyi kapatmadiler
Minareleri yıkıtmadiler
Hey gafil besmele okutmadiler’
Şunu yeni işittim. Çocukluk arkadaşım Mustafa Küçük anlattı. Çoban Hasan’ın Mustafa’nın Mustafa. O’na Muhammed amcamın oğlu İsmail anlatmış. O da, merhum, İmanuğun Ali Osman’dan (Özdin) işitmiş.
Bizim köye, (Trabzon, Şalpazarı, Düzköy) İsmet Paşa zamanında, jandarma gelmiş, mushafları toplamış.
Fakirlik çok o zamanlar. Nihayet 20 küsur mushaf, belki bir kaç tane de Amme cüzü...
Şimdi okulun olduğu tepede, Cinibizuuların (Cinibizoğulları) evinin önündeki erik ağacının dibinde ateş yakmışlar. Bütün Mushaf’ları ateşe atmışlar.
Askerlerin başındaki komutan -çavuş mu, başçavuş mu, subay mı bilmiyoruz- sayfaları iyi yanmayan Mushafların tamamen yanmasını sağlamak için elindeki değnekle ateşi karıştırıyormuş.
Yine Hafız Edhem:
‘Kağıt fabrikasi Kur’an kaynatti.’
28 Şubat’ta, aynı faşizmi geri getirmeye uğraştılar.
Ellerinde patladı.
Demokrasi’yi idealize etmek bana düşmez.
Ama, ‘seçebilen’ insanla ‘seçemeyen insan’ arasındaki büyük farkı görüyorum.
Bizim demokrasi hikayemizde, millet, elde ettiği ‘seçim’ imkanını, daima, şaşılacak bir şekilde, isabetli kullandı.
Her seçimde, vesayeti biraz daha uzağa itti.
Her seçimde, kumpasçılara, darbecilere, yeni bir nasihat etti. Nasihati alan yok o başka!
Yani, bu milletin, akl-ı selimine itibar etmek için elimizde yeteri kadar ‘veri’ mevcuttur.
Yani, ‘seçim’ iyi bir şey.
Geçen seçimde yazmıştım. Bugün de aynı şeyi söyleyeceğim.
Gidin, seçiminizi yapın.
Tadını çıkarın.