Mevcut parlamento aritmetiğinden yeni anayasada başkanlık veya yarı başkanlık sistemi çıkması zor görünüyor. Bunun temel sebebi de partilerin siyasal sistemin felsefesine sadakatleri değil, bir başkan adaylarının olmamasıdır. Görünür gelecekte de kendilerine yakın bir ismin halk tarafından seçileceğine dair bir tahmin ve inançları yoktur. Aritmetik olarak iktidara en yakın durumda bulunan CHP’nin de nihayet en heyecan verici gelecek senaryosu üçlü bir koalisyondan ibarettir.
Sadece iki günlük başkanlık tartışması bile bir kez daha AK Parti iktidarının muhalifleri tarafından yakın, hatta uzak vadede kabullenilmiş olduğunu bir kez daha göstermektedir.
Siyasal güç tablosu böyleyken de başkanlık/yarı başkanlık sistemi arayışları doğal zemininden kolaylıkla kayacaktır.
“Başkan” denince akla gelen ilk ismin Tayyip Erdoğan olması, ikinci ve üçüncü isimlerin sayılamaması tartışmaları daha ilk baştan, “Bu yetkileri Erdoğan’a vermeli miyiz?” sorusuna düğümlüyor.
Ama mesele Erdoğan’ın siyasal kimliği değil...
En erken tarihi başlangıç olarak kabul edersek başkanlık sistemi 80’li yılların başından itibaren aktif bir şekilde tartışılıyor. Bu arzuyu uyandıran temel gerekçe ise, 12 Eylül anayasasının, 12 Eylül 2010 referandumuna kadar sahip olduğu siyasal alanı daraltan omurgasıydı. Seçilmiş iktidarları vesayetle köşeye sıkıştıran ve vasi kurumların egemenliğini her şartta garanti eden anayasal yapı, çıkış için başkanlık sistemini adeta alarm ediyordu.
Bu yapının kırılması için referandumdan önceki ilk adım 2007’de Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesi kararıyla atıldı. Ki, hiç şüphesiz bu bir devrimdi. Ne kadar önemli bir siyasal adım olduğunu kural uygulanmaya başlandığında göreceğiz.
Ancak, bu kuralın uygulanmasının önünde yapısal ve dolayısıyla anayasal engeller vardır. Çünkü, anayasa neticede parlamenter sisteme göre tanzim edilmiştir ve halkın seçtiği cumhurbaşkanı olgusu, metne sadece monte edilmiştir. Beraberinde yeniden yetki paylaşımı yapılmamıştır.
Yeni anayasa ihtiyacı olmasaydı bile, anayasanın Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin artırılması; parlamento ve hükümetle arasındaki güç trafiğinin paylaştırılması açısından muhakkak surette değiştirilmesi gerekecekti.
Şimdi elde daha büyük bir fırsat vardır. Sıfırdan yeni bir anayasa...
Yeni anayasa yapılacaktır ama Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesi seviyesinden geri gidilecek değildir. İster başkanlık sistemi olsun ister olmasın, yeni anayasada da Cumhurbaşkanı’nın seçimi esası 2007’de yine bir referandumla kabul edildiği şekliyle kalacaktır.
Dolayısıyla, yeni anayasa yapıcılarının önünde de “halk desteği”ne haiz bir Cumhurbaşkanı’nı yetkilendirmek sorumluluğu vardır. Tersi düşünülemeyeceğine; yani, halkın seçtiği Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin azaltılması seçim mantığına aykırı olacağına göre yetkiler artırılmak zorundadır. Bu da neticede, yarı başkanlık sistemi demek olacaktır.
Tartışırken unutmayalım... Başkanlık veya yarı başkanlık sisteminin fitili 2007’deki anayasa değişikliğiyle ateşlenmiştir.
Seçilecek ilk Cumhurbaşkanı’nın profili ne olacak peki? Arkasında en az yüzde 51 halk desteği olan, siyasal sistemin en güçlü kişisi...
Yani, mevcut anayasanın Cumhurbaşkanı’na verdiği yetkilere ilaveten bir de doğrudan halkoyunun sağladığı çarpan etkisi olacaktır.
Değil Erdoğan, hiçbir Cumhurbaşkanı bu pozisyonu dar anlamda yorumlamayacaktır. Kaldı ki, toplumun da Çankaya’dan beklentileri tabiatı gereği artacaktır. Sistem üzerinde ağırlık koyması, kriz noktalarına müdahale etmesi ve her mesele için daha çok mesai harcaması beklenecektir. Dolayısıyla, halkoyuyla seçilen ilk Cumhurbaşkanı hem yetki alanı hem de hal ve hareketleriyle kaçınılmaz olarak bir yarı başkan olacaktır.
Şu halde, anayasa yapıcılarının Çankaya ile parlamento/hükümet arasındaki güç paylaşımını sistemin aksamayacağı şekilde tanzim etmesi hayati önem arzetmektedir. En kritik mesele budur.
O sistemin adını, başkanlık, yarı başkanlık veya cumhurbaşkanlığı sistemi koymak ise başka mesele...