İngiliz futboluna düşkünlüğüm malum. Arada bir yazılara sıkıştırdığım örneklerden anlaşılıyordur. Fırsatım olsa her hafta yazarım. Genelde çakışma olduğu için, Süper Lig maçlarını canlı, Premier maçlarını ise kaydedip sonradan izliyorum. Geçen hafta sonu ilk kez tersini yaptım. Futbol kalitesi ve tempo açısından görece vasat bir haftaya denk gelmeme rağmen, hiç mi hiç şikayetçi değilim. Bu hafta başındaki maçlar da cabası; kimi takımlar bir gün dinlenebildi sadece.
Manchester United-QPR maçındaki “oyun kurucu ve pas makinesi” Scholes’u hayranlıkla izledim yine. Hani, geçen sezon futbolu bırakan ve sakatlıklar başa bela olunca Ferguson tarafından takıma dahil edilen 37’lik Scholes’u. Wenger’in iki aylığına çağırdığı ve son maçında Sunderland’e son dakika golünü atan T. Henry’i anımsatmama gerek var mı? Ya da önce İskoçya, sonra İngiltere’ye gitmenin Tugay’ın futbol ömrünü kaç yıl uzattığını sormama?
Scholes’u izlerken aklıma Guti düşüverdi elbet: Schuster dönemindeki Guti’yi anımsadım (Hani şu, başta Robinho ve Guti olmak üzere çok sayıda “problem çocuk”la Real Madrid’i şampiyon yapan Schuster’den söz ediyorum). Sonra Havutçu döneminde Guti’nin “forvet arkası” oynayıp etkisizleşmesini ve bu sezon 3 maçla defterinin dürülmesini. Yönetsel savrukluğu, teknik heyet yanlışlarını. Gidişine dair tek bir doyurucu açıklama yapılmamasını. Dedikodu, ima ve “bildiklerimi bir yazsam”dan ibaret saçmalıkları.
Guti ve Quaresma üzerine sayısız yazı yazdım bugüne dek. Yıldız oyuncunun “problem çocuk” olması üzerine nice örnek verdim, ta Yusuf Tunaoğlu’ndan başlayarak. Böyle oyuncuların zihinsel ve fiziksel konsantrasyonunun yönetim ve teknik heyetin görevi olduğunu vurguladım. Schuster’le başlayan “pozitif futbol” arayışının neden bu kadar kısa sürdüğünü sordum. Gördüm ki yorulmuşum artık bunları yazmaktan. Hafta sonu Süpsüper Ligimizi savsakladım. Scholes’u izledim, Guti’yi düşündüm. Oh, iyi ettim.
Cleverley ve Necip
Sezon başındaki bir yazımda M. United’daki Cleverley’den söz etmiş, onu Necip’le karşılaştırmış, Necip’e Cleverley tarzındaki oyuncuları izlemesini önermiştim. QPR maçında sonradan oyunu giren Cleverley, Necip’ten yaklaşık 1,5 yıl büyük. Sezona çok iyi başladı, ardından gelen iki sakatlık belini büktü. Ferguson yeterince yararlanamadı ondan. Cleverley’i sahada görünce, bu kez de geçen sezon “hücum futbolu” oynayan bir takıma ayak uydurmaya çalışan Necip’i düşündüm, bir de bu sezonki Necip’i. Genç oyuncuların gelişimi de yönetimin ve özellikle teknik heyetin sorumluluğundadır. Bunu bilir, bunu söylerim. Cleverley’i izledim, Necip’i düşündüm.
Aslında Türk takımlarının oyuncularına haftada bir gün İngiltere’den 1-2 tane maç izlettirmek gerek. Espri olsun diye söylemiyorum. Gayet ciddiyim. Bu önerimin ciddiyet düzeyi “Gerekirse Avrupa’ya gitmeyelim” ile, şike soruşturmasıyla, play-off saçmalığıyla karşılaştırılamaz herhalde.
Chelsea-Wigan maçı
Şimdi varsayalım ki Beşiktaşlı oyuncular oturmuş geçen haftaki Chelsea-Wigan maçını izliyorlar. Düşmemeye oynayan, ligde 19. sırada olan Wigan’ı izlerken şunu sorarlar belki: Yahu, biz niye dikine ve tek toplarla oynamak konusunda bu kadar sakınımlıyız acaba? Neden 3-4 pasla rakip ceza alanına inmeyi düşünemiyoruz? Neden tek topla ve dikine oynama riskine girmiyoruz temposu yerlerde sürünen bu ligde? Her top kaybında ıslıklanacağımız korkusundan mı sağlamcılığa vuruyoruz işi?
“Koşan” oyunculardan kurulu orta üçlü de şunları sormaz mı acaba: Neden önde pres yapmak konusunda bu kadar isteksiz haldeyiz? Sonuçta koşuyoruz, öyle değil mi? Neden dönem dönem “şok pres” yapmak aklımıza gelmiyor? Hele de hemen her takımın geriden oyun kurmak konusunda bu kadar zorlandığı, sorun yaşadığı bir ligde? Yoksa sahaya lüzumsuzca yayıldığımız, sürekli geniş alan bıraktığımız, sonra da telaş içinde geriye yığıldığımız için mi? Saçma sorular mı? “Play-off gelecek sezon da uygulansın mı?” kadar değil en azından.